DADANIN HAKİKATİ - 1
20. yüzyıl başında sanat artık doğadan, nesneden
ve onların temsil ettiği gerçeklikten özgürleşmişti.
Cézanne doğayı geometrik formlara dönüştürmüş; kübizm
zamanı ve mekânı göreceleştirerek görünüşü parçalamış; Mallarmé ve
sembolizm, sözcükleri, işaretleri anlamlarından sökerek strüktüralizmin yolunu
açmıştı.
Maleviç ve süprematizm, formun sıfır noktasını
keşfederek, soyutu ‘kozmik’ bir ütopya morfolojisine dönüştürmüş;
Kandinski gayri-nesnel sanatın felsefesini yazmış; Raymond Roussel’in “langue
trouvé” edebiyatından etkilenen Marcel Duchamp sanat nesnesini de bir “objet
trouvé” olarak tasavvur etmişti.
Arkasından öteki ikon kırıcı darbeler geldi.
Platon’dan ve Aristoteles’ten beri süregelen mimetik
klasizm berhava olmuştu.
Vasari’nin kurduğu Akademi ve biyografik tarih,
Winckelman’ın kültürel/ulusal tarihi, Hegel’in teleolojik tarihi, Wölfflin ve
Riegl’in formalist sanat tarihleri çökmüştü.
Sanat, bütün önceki patronlarından, tanrılardan,
prenslerden ve burjuvaziden kurtulmuştu.
Lojikten ve etikten, bilimden ve dinden, doğruluk ve
iyilikten özerkleşmişti.
Bununla birlikte, sanat her ne kadar nesnellikten
arınsa da, sanat nesnesi durduğu yerde duruyordu.
Avangardın sanat karşıtlığı ise, gene sanatın içinden
gelen bir tepki gibi yorumlanıyor, sanata içkin olan diyalektiğin bir tezahürü
olarak görülüyordu.
Bütün müdahaleler, sanatın kavramlaştırılmasına,
bilgisine ilişkin epistemolojik müdahalelerdi; sanatın fenomenolojisine,
hermeneutiğine ilişkin müdahalelerdi.
Ontolojik darbeler değil.
İşte Dada bu süreci nihayetine erdirdi.
Sanat nesnesini imha ederek onun yerine eylemi
geçirdi.
Sanatın ne olduğunu değil, varlığını hedef aldı.
Kant’ın tanımladığı anlamda, evrensel, rasyonel,
müspet bir kategori olarak sanatı reddetti.
Peki neydi Dada?
Picabia’nın tanımladığı gibi, “Hiç, Hiç, Hiç” mi?
Yoksa Hausmann ve Baader’in söylediği gibi, “Bir
sanat? Bir felsefe? Bir siyaset? Bir yangın sigortası? Ya da devlet
dini?..
Yoksa hiçbir şey mi? Yani her şey?” Paul Dermée,
“Dada son birkaç yüzyıl boyunca üzerimizde
biriken kalın pislik tabakasını sıyırır” diyordu.
Tarihten sanat temizlenmişti.
Dada Felsefesi, Romantizm ve Nietzsche
Dada, 19. yüzyıl başında romantizmle
başlayan sanatın özerkleşmesi sürecinin son noktasıdır.
Dolayısıyla, Dada’nın köklerini her şeyden
önce romantik düşünce oluşturur.
Fikir babası Hugo Ball, Dada’nın,
“romantik, dandyist ve şeytani 19. yüzyıl teorilerinin bir sentezi
olduğunu” belirtir.
Zamanın Dışına Kaçış adını verdiği
günlüğünün Dada’ya ait olan bölümünün başlığı “Romantizm: Sözcük ve
İmge”dir.
Belki de hep bir romantik olarak
kalacağını yazar.
Romantizm tarihçisi Isaiah Berlin’e göre,
Aydınlanma’ya cephe alan romantizm, “bütün Batı geleneğinin temeline saldıran”
bir devrimdir;
“Batı bilincindeki en büyük dönüşümdür”.
Michael Löwy ise, romantizmin
“modernliğin, yani modern kapitalist uygarlığın eleştirisi” olduğunu
söyler.
Modernlikten kasıt, “Sanayi Devrimi’nin
doğurduğu, piyasa ekonomisinin hüküm sürdüğü modern uygarlıktır”.
Dada’nın düşünsel temelinin diğer bileşeni
Nietzsche felsefesidir.
Nietzsche “Tanrı’nın ölümü”nü ilan
ederken, Platon’dan ve Hıristiyan ahlakından kaynaklandığını belirttiği Batı
metafiziğinin, Batı felsefesinin iflasını vurgulamaktadır.
Onun Batı uygarlığını yargılaması,
romantizmi tamamlar.
Gerek romantik düşünürler, gerekse
Nietzsche, Batı’nın bilgi ve hakikat rejiminin çöküşü karşısında yegâne
kurtuluş olarak sanatı önerirler.
Isaiah Berlin’e göre romantizm, “sanatın
hayat üstünde bir çeşit tiranlık kurduğu ilk dönemi oluşturur belki de”.
Romantizmin kurucularından, İnsanın
Estetik Eğitimi’nin yazarı Friedrich Schiller ise, “yalnızca güzelliğin insana
toplumsal bir karakter kazandıracağını” belirtir.
Çünkü insanda ve toplumda armoniyi
besleyen yalnızca sanattır.
“Bütün diğer alımlama şekilleri insanı
böler [...] yalnız estetik alımlama onu bütünleştirir.”
Diğer alımlama şekillerinden kastettiği
aklın ve ahlakın karşısına sanatı yerleştirirken, aynı zamanda sanat-ütopya
birliğine kapı açmaktadır.
Nietzsche için de, “hayat ancak ‘bir
estetik fenomen’ olarak bir meşruiyet, anlam ve önem kazanabilir”.
En hakiki metafizik, sanattır.
Ona göre, Platon’dan beri metafiziği
yönlendiren “hakikat istenci” olmuştur.
Ama şimdi onun yerini “yaşam istenci”
almalıdır.
Bu da, “form verme”dir, sanattır,
estetiktir.
Sanat hakikatten daha değerlidir.
Sonuçta sanat ve felsefe birdir.
Zaten Nietzsche de bir
“sanatçı-filozof”tur.
Muhakkak ki, romantik filozofların ve
Nietzsche’nin kastettiği anlamıyla sanat, özerkleşme sonucunda kendini aşmış
olan sanattır; başka deyişle, kendinden de özerkleşmiş olan sanattır.
Nietzsche düşüncesinde sanat, felsefe
olduğu kadar siyasettir.
Tanrı’nın öldüğü”, “hakikat istenci”nin
hiçlik istencine tırmandığı bir nihilizm çağında, hayat ve gelecek görüsü,
sanatçı filozofların yaratacağı “büyük politika”nın işidir.
İnsanları “mükemmel sürü
hayvanlarına” dönüştüren modern politikanın değil.
Sonuçta denebilir ki, politik sanat
yoktur.
Çünkü sanat politikadır; yegâne
politikadır.
Bu görüşler, estetik modernizmin
kurucusu sayılan Baudelaire’in özerklik stratejisiyle örtüşür.
Özerklik düşüncesi, 19. yüzyıl sonunda
Baudelaire’e ulaştığında, önceden olduğu gibi, estetiğin, etikten ve
lojikten; başka deyişle, sanatın diğer iki bilgi bölgesi olan bilimden ve
ahlaktan özgürleştiğini ifade etmekle kalmaz.
Baudelaire’de bütün bilgi, bütün hayat,
sanatın yıkıcı-yaratıcı egemenliği altına girer.
Yani sanat, Nietzsche’nin öngördüğü gibi,
bütün metafiziği ele geçirip parçalarken, kendi varlığına ilişkin, hakikatine
ilişkin bütün bilgiyi de imha etmiştir: “hiç”leştirmiştir.
İşte Dada’nın “her şey”i ifade eden
“hiçbir şey”i, romantik filozoflardan ve Nietzsche’den kaynaklanan bu yukardaki
birikimin tercümesidir.
Dada, bu bakımdan, sanata karşı; onu
tanımlayan her türlü akla (metafiziğe, epistemolojiye) karşı; onları var
eden sergi, müze, tarih, piyasa gibi kurumlara karşı; bunların arkasındaki
toplumsal-siyasal rejimlere karşı; her şeye, hatta kendi kendine de karşı,
topyekûn bir başkaldırıdır.
Bu yüzden, Dada’nın ne olduğuna cevap
vermesi de mümkün değildir.
“Dada zihnin diktatörlüğüdür [...] ya da
zihnin ölümüdür.”
Dada’nın Münih ve Berlin’den gelen
kurucuları Nietzsche felsefesiyle yetişmişlerdi.
Bu kuruculardan Richard Huelsenbeck’in
dediğine göre, “hepsi Nietzsche’yi okumuşlardı [...]
Ama, en yoğun okuyan”, henüz on yedi
yaşındayken Nietzsche’yi keşfeden ve 1910’da Münih Üniversitesi’nde onun
düşüncesi üzerine bir tez yazmaya girişen Hugo Ball’dı.
Hal Foster, Yeni Kötü
Günler kitabının, Nietzsche ile Dada arasındaki bağlara değindiği
“Mimetik” bölümünde, “Ball’a göre mimetik performansın üstadının
Nietzsche” olduğunu belirtiyor.
Çünkü Nietzsche, topluma kendi
maraziyetini, yabancılaşmasını taklit etme yolunu açmıştı.
Adorno da modern sanatı yabancılaşmanın
mimesisi olarak görüyordu.
İşte Kabare Voltaire’in temelinde bu
mimetik kışkırtma stratejisi yatıyor: “Dadacılar, Avrupa’ya hükmeden,
çevrelerindeki çürümüş dili aldılar ve bu dili, bir anlamsızlık zehri
olarak geri püskürttüler.”
Ball, 1916 Haziran’ında Kabare Voltaire’i
şöyle tanımlıyordu: “kültürün ve sanatın ideallerinden oluşan bir
varyete”; Dada, “bütün büyük davaları kapsayan bir hiçlik farsı”ydı.
Huelsenbeck de Dada’nın Nietzsche’nin
keşfedilmesiyle doğduğunu belirtiyordu:
“Dada gelip geçicidir.
Ölümü kendi iradesiyle olur.
Dada, Nietzsche’nin sözünü ettiği buluşlar
âlemini keşfetti.
Kendisini dünya tarihinin parodisine,
Tanrı’nın soytarısına dönüştürdü.
Ama kendi kendisine saplanıp kalmadı.
Dada’nın ölümü Dada’dan olmayacak.
Kahkahasının geleceği var.”
Huelsenbeck ve Johannes Baader,
Dada’yı “Tanrı’nın ölümünü kavramak ve bildirmekle” yükümlü kılıyorlardı.
Paris Dada’nın atası kabul edilen Alfred
Jarry de Nietzsche’nin sözcüsü sayılır.
Tanrı’nın soytarısı rolüne, Kral Übü’den
daha layık kim vardır?
Ve “patafizik”, Nietzsche’nin “Tanrı’nın
ölümü” ile ilan ettiği Batı metafiziğinin sonu karşısında, Jarry’nin
yarattığı bir saçmalık felsefesi değil miydi?
Zürih’teki Kabare Voltaire’in ilk
gösterisi Jarry’ye atıflarla doludur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder