JOAN MİRO
Fransız şair André Breton, 20.
yüzyılın en önemli hareketlerinden birinin adını tarihe kazıyan 1924 tarihli
Sürrealist Manifesto’sunda suç ortakları arasında dönemin önde gelen avangard
sanatçılarını sıralıyordu: Listede, başkalarının yanı sıra Marcel Duchamp,
Francis Picabia, Man Ray, Henri Matisse ve Pablo Picasso yer alıyordu.
Fakat, geriye dönüp baktığımızda bir isim
çarpıcı bir şekilde eksik gözüküyor: Katalan ressam Joan Miró.
Paris’le
İspanya arasında gidip gelen Miró, bundan yalnızca bir yıl önce Sürülmüş
Tarla (1923) ve Avcı (Katalonya Manzarası) (1923-4)
başlıklı resimleri üzerine çalışmaya başlamıştı.
Tekinsiz
referanslarla örülü fantastik ve lirik sahneleriyle – kıvrıla kıvrıla dönen
soyut formlar, serbestçe salınan organlar, deforme olmuş hayvanlar–
sürrealistlerin ilgi alanlarının oldukça yakınına düşen resimlerdi bunlar.
Gerçekten
de, bu eserler, Breton’un kucak açtığı rüya imgelerine ve “psişik otomatizm”e
(dolaysız resim ya da çizim üzerinden bilinçdışı zihne yaratma ehliyeti vermeyi
amaçlayan bir pratik) delalet ediyordu.
Miró,
kariyeri boyunca eserlerinde bu yöntemden faydalanacaktı.
Katalan
sanatçı için, ketlenmemiş bilinç akışı ile entelektüel zihnin itinalı
düşünceleri arasındaki çatışma verimli bir zemin sunuyordu; bu zemin, onu,
çeşitli mecralarda –baskı, heykel, seramik, vitray, sahne tasarımı ve hatta
goblen– biçimsel denemeler yapmaya yönlendirecekti.
Miró’nun
Paris’teki stüdyosu 1920’lerden itibaren sanatçı ve yazarların deneylerini
gerçekleştirebildikleri bir buluşma mekânına dönüştü.
Miró, bu stüdyoda, Antonin Artaud, Robert
Desnos, Jean Dubuffet ve Ezra Pound gibi dönemin önde gelen düşünür ve kültürel
figürleriyle tanışacaktı.
Sanatsal uğraşını, geleneksel resme
karşı bir meydan okuma ve bu resme kaynaklık eden burjuva toplumuna yönelik bir
saldırı olarak tahayyül eden Miró, yalın biyomorfik ya da yaşam benzeri
formlardan oluşan, belirgin bir şekilde sembolik bir dil geliştirdi.
Salvador Dalí ve René Magritte gibi
çığır açıcı sürrealist ressamlar daha sahneye çıkmadan, hareketin görsel bir
tanım kazanmasına yardımcı oldu ve oynadığı rolle gelecek nesilleri etkiledi.
Joan
Miró, 1920’de Paris’e taşındığında hâlâ genç bir adamdı.
1924’te
sürrealist harekete resmen katılmıştı, dolayısıyla bu sıralarda artık zamanının
çoğunu Paris’te geçiriyordu.
André
Masson ve Max Ernst gibi görsel sanatçılarla paylaştığı stüdyosunda deneyler
gerçekleştiren Miró için, hareketin önde gelen edebi zihinleriyle kurduğu
arkadaşlık da bir o kadar ilham verici olacaktı.
Peinture-poésie (resim-şiir) adını verdiği 1924 ile 1927 arasına ait eserler bu
ilişkinin bir ürünüydü.
Mesela,
bu eserler arasında yer alan Bu Benim Rüyalarımın Rengi (1925),
yalnızca resmin başlığından ve küçük bir mavi lekeden oluşur.
Bu
şiirsel tarz, “resmi katletmeye” girişen Miró’ya bu hedef doğrultusunda bir
yöntem sunuyordu.
1928’de
Hollanda’ya gerçekleştirdiği yolculuk ise sanatçıyı, Hollandalı ustaların
resimlerinde yarattıkları illüzyonist mekânlara meydan okumaya yöneltti.
Miró, Hollanda
Enteryörü I (1928) başlıklı karmaşık ve son derece soyut eserinde, bir
kadın ve köpeğe ut çalan bir adamın betimlendiği Hendrick Martensz Sorgh
resmini, düzleştirilmiş resim yüzeyini dolduran biyomorfik formlar olarak
yeniden yarattı.
Miró bu resmi, orijinal eser yerine
Rijkmuseum’dan aldığı bir kartpostala dayanarak yapmıştı.
Tıpkı,
Duchamp’ın L.H.O.O.Q.’yu (1919) bir Mona Lisa kartpostalına
bakarak yaptığı gibi.
Miró,
bu sürrealist jestiyle, Sorgh’un natüralizmini ve derinliğini reddediyordu.
Duchamp
gibi Miró da kariyerinin çeşitli evrelerinde resim yapmayı bıraktı ama bu
aralıklar hiçbir zaman Fransız sanatçınınkiler kadar uzun soluklu olmadı.
Miró’nun burjuva resmine yönelttiği saldırı,
bir anlamda, bu mecrayı farklı mecralarla temas içine sokarak yenilemeye
yönelik radikal bir arzuyu yansıtıyordu.
1926
yılında, Ballets Russes’in kurucusu Sergey Diaghilev, Max Ernst ve Miró’yu
bir Romeo ve Juliet yapımının sahne ve kostüm tasarımıyla
görevlendirdi.
İki
yıl sonrasına ait İspanyol Dansçı I (1928) başlıklı eserle
kolaja yönelen Miró’nun formlarında bir sadeleşme gözlemlenebiliyordu.
Fırça darbelerinin seyrekliği, izleyiciyi,
elindeki kısıtlı görsel enformasyona dayanarak dansçıyı kafasında canlandırmaya
mecbur ediyordu.
Metropolitan
Sanat Müzesi’nde bulunan Vazo başlıklı toprak kap ise o
yıllarda üretmeye başladığı seramik eserlerin bir örneğidir.
Kabın
üzerinde yer alan çocuksu resimde, güneşli bir günde uçurtma uçuran iki figür
görürüz.
Miró,
biçimsel deneylerle yetinmedi; politikayı da sanatına kattı.
Miró
ve Picasso, İspanya İç Savaşı sırasında düzenlenen Paris Dünya Fuarı’nda yer
alan İspanya Pavyonu’nu duvar resimleriyle süslemekle görevlendirildiler.
Picasso, Guernica’yı
yaparken, Miró’nun yaptığı Orakçı (İsyan Eden Katalan Köylü) ertesi
yıl tahrip edildi ya da kayboldu.
Yalnızca
geriye kalan siyah-beyaz fotoğraflardan bildiğimiz, elinde orak tutan güçlü bir
figürün betimlendiği bu yarı-soyut duvar resmi Miró’nun Cumhuriyetçi hükümete
verdiği desteği yansıtır.
Miró, orağın, bir Sovyet sembolü olmanın
ötesinde, davayı kahramanca üstlenen isyankâr köylünün silahı olduğunu
belirtmişti.
Miró, 1950’lerde bir süre neredeyse
yalnızca baskı-resim ve seramiğe odaklandı.
Baskılarıyla
1954 Venedik Bienali’nde grafik eser dalında büyük ödülü kazandı.
İnsanlar
ve Hayvanlar başlıklı renkli taşbaskı eseri,
bu alandaki denemelerinin iyi bir örneğidir.
Bu
eserde, natüralist olmayan bir mekândaki biyomorfik insan ve hayvan
betimlemeleri baskının iki boyutlu düz yüzeyiyle uyum içindedir.
Miró’nun son büyük eseri, 1974
yılında New York’taki Dünya Ticaret Merkezi için yaptığı goblendi.
Buradaki renkli, büyük ölçüde soyut
imge, Miró’nun yarı-temsilî, düşsel imge örgüsünün dekoratif sanatlar diye
anılan alan açısından uygulanabilirliğini ortaya koyar.
Sanatçının, hayatının ilerleyen
yıllarında üstlendiği birçok kamusal ya da yarı-kamusal eserden biri olan bu
goblen başkalarının yanı sıra Alexander Calder, Louise Nevelson ve Romare
Bearden’ın eserleriyle beraber 11 Eylül saldırıları sırasında yok oldu.
Miró’nun otomatizmiyle biyomorfik
formları, iç içe geçerek, sürrealizmin başat resim tarzlarından birini meydana
getirdi.
Max Ernst, Yves Tanguy ve Dalí gibi
Miró’nun çağdaşı pek çok sanatçının eserlerinde bu tarzın etkisine rastlanır.
Alexander Calder’in mobilleri de
Miró’nun resimlerini akla getirir.
Arshile Gorky’nin sanatının da
Miró’nun dağınık ve yarı-soyut biyomorfik figürlerinden esinlendiği şüphe
götürmez.
Aynı şey, Jackson Pollock, Mark
Rothko ve Adolph Gottlieb’in 1940’lara ait mitik imgeleri için de geçerlidir.
Miró’nun zaman zaman monoton olmakla
beraber çoğunlukla yumuşak renk geçişleri barındıran arka planları, Helen
Frankenthaler gibi renk alanı ressamları için önemli bir esin kaynağı olmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder