KABARE RUHU VE SİYASAL İSYAN
Ernst
von Wolzogen’in 1901’de kurduğu Überbrettl ile Fransız kabare ruhunu Almanya’ya
yerleştirme denemesi başarısızlığa uğramışken Münih’te On Bir Cellat
kabaresinin açılışı bu açıdan son derece önemli olmuştur.
Krallığın
ikinci büyük şehri olan Münih aynı zamanda en liberal kentti ve sanatsal bohemi
Berlin burjuvazisinin ciddiyetinden alabildiğine uzaktı.
Nispeten
sınırlı bir mekânda, Paris’tekine benzer biçimde muazzam bir yazar, şair ve
ressam yoğunlaşması mevcuttu.
Burjuvazi
tarafından küçümsenen bu bohemi Münih’in entelektüel gettosu Schwabing’de
bulmak mümkündü; aynı sanatsal muhalefet iradesiyle ve burjuva ahlakının
harabeleri üzerine inşa edilebilecek farklı yaşam biçimlerinin ve yeni bir
dünyanın hayali etrafında biraraya gelmişlerdi.
Böylece
hicivle, mizahla, alayla temsilcilerinin burjuvaları gülünç duruma düşürdüğü
geniş bir hareket imkânından istifade eden hakiki bir sanatsal muhalefet
oluşmuştu.
Münih
kabaresinin ilk modeli muhtemelen yayıncı Alfred Langen tarafından 1896’da
kurulan Simplicissimus dergisi olmuştur; tüm bir dönemi
hicivle yansıtan ve son derece başarılı bir yayındır bu.
Başlangıcına
dönersek, Münih kabaresi sanatsal bohemin gerici olarak değerlendirdiği
“Kunstpolitik”e [sanat politikasına] karşı isyanının ifadesi olmuştur.
1900
yılında oylanan ünlü Heinze yasası eski ahlaki değerlere tekrar güç vermeyi ve
her türden bozguncu sanatla mücadele edebilmek için sanatsal yaratımı
sınırlamayı önüne koyuyordu.
Münih’te
fazla çıplak addedilen kimi heykellerin bile mahrem yerleri incir yaprağıyla
kapanıyordu.
Münih
sanatçılarının bu ahmakça uygulamaya yanıtı fazla gecikmeyecekti.
Kendilerini
“suçlular” olarak adlandırarak 13 Nisan 1901’de açtıkları kabare On Bir Cellat
gibi tuhaf bir isimle nam salacaktı.
Bir
“Alman kabaresi” yaratmak isteyen Wolzogen’in aksine söz konusu isyanla
birlikte doğan bu kabare Paris’tekilere çok daha yakındı.
Ne
düzenlenmiş bir gösteri ne de profesyonel oyuncular mevcuttu; sanatçılar
şiirlerini okuyor ve çoğu kez tam bir doğaçlama içinde bunları yorumluyorlardı.
On Bir
Cellat’ın repertuvarı dört ila altı haftada bir değişiyor, Wieland’ın Paris’in
Yargısı kadar Goethe’nin Satyros’u veya Frank Wedekind’in oyunları
sergileniyordu.
On Bir
Cellat kabaresi en başta yazarları, müzisyenleri ve sanatçıları biraraya
getiriyordu.
100
civarında izleyiciyi kabul edebilen mekânın duvarları Rops, Steinlein, Leandre
gibi Alman ve Fransız sanatçıların resimleri ve dekorasyonlarıyla ünlüydü.
Giriş
ücretli bile değildi: davet üzerine girilebiliyordu.
İlk gösteri Léo Grainer ve Richard
Weinhöppel’in yazdığı ve kan kırmızısı kostümler içinde on bir celladın
yorumladığı grotesk bir “Giriş Marşı”ydı; sonrasında sunucu, Frank Wedekind ile
Otto Flackenberg’in belirleyici bir role sahip olduğu programın devamını
açıklıyordu: şarkılar, hicivler, tiyatro oyunları, şiir okumaları, gölge ve
kukla gösterileri.
Toplumsal
hicvi, şiiri, tiyatroyu ve müziği birleştiren Münih kabaresi kolaylıkla
Berlin’inkinin yerini almıştı.
İlk
gösterilere katılmamış olsa da Wedekind hızla On Bir Cellat’ın en ünlülerinden
biri haline gelir.
1902’de
kendi şarkılarını yorumladığı anlar programın en şiddetli ve etkileyici
gösterilerinden birini oluşturur.
Ne var ki namına rağmen On Bir Cellat kabaresi
hızla maddi zorlukların pençesine düşer.
Cellatların sayısı artık 30’a çıkmıştır ve bu
işe girişmiş sanatçılara ödeme yapmak imkânsız hale gelir.
Çeşitli
iç tartışmalar sonucunda Wedekind de 1902-1903 kışı içinde gruptan ayrılmak
zorunda kalır.
Bir
ölçüde ileride Kabare Voltaire’in neye benzeyeceğini ilan eden ve Tristan Tzara
ile Dada’nın doğuşunu müjdeleyen bu küçük Münih kabaresi Alman sanat yaşamında
derin izler bırakır.
Wedekind’in
kendisi de natüralizme karşı isyanın ve ekspresyonizmin doğuşunun şaşırtıcı
aşamalarından birini teşkil eder.
Wedekind
durmaksızın ahlaka, burjuva değerlerine, dine ve İmparator’a saldırır.
Im
Banne des Expresionismus başlıklı ünlü
çalışmasında Albert Soergel’in dikkat çektiği gibi, Wedekind’in 1914’ten evvel
yazılmış eserleri edebiyatta ekspresyonizmin en dolaysız kaynaklarından birini
oluşturur.
Wedekind’de,
onu ekspresyonist tiyatroya yakınlaştıran bir şiddet, bir provokasyon vardır.
Hem
burjuva toplumuyla hem de birey için tehlikeli olduğunu düşündüğü burjuva
ahlakıyla uğraşır.
Bu
ahlak her bir bireyin özlemlerinin karşısına dikilmenin yanı sıra dayattığı
suçluluk duygusuyla da bireyi örseler.
Nietzsche’den
ve hayat felsefesinden etkilenen Wedekind her şeye isyan eder: Tabulara
saldırır, cinselliğin özgürleşmesini savunur ve şarkılarının çoğu o dönem
nadiren rastlanan bir cüretkârlığa sahiptir.
Cinselliğin
bastırılışında toplumsal tahakkümün temel dayanağını gören Wedekind, kadın
cinselliğini “kutsal medeniyetimize karşı cehennemi bir tehdit” olarak
yüceltir.
Wedekind’in
en büyük hayran kitlesi gençlerdi.
Kabarede
söylediği şarkıları, onun isyanında kendilerini gören öğrenciler, genç
sanatçılar dinliyordu.
Brecht’in Tiyatro
Üzerine Yazılar kitabındaki ilk nesir metnin, kabarede düzenli biçimde
seyrettiği Wedekind’e hasredilmiş bir methiye olması gerçekten etkileyicidir: Cumartesi,
yıldızlarla kaplı bir gecede Lech Nehri boyunca grup halinde ilerlerken gitar
eşliğinde onun şarkılarını söyledik, Franciska’dan bahsedeni, kör çocuğunkini,
bir de dans şarkısı.
Sonra,
gece iyice ilerlemişken, barajın üstüne oturmuş halde, ayakkabılarımız suya
değerken, o tuhaf şarkıyı,
yapılacak en iyi şeyin her gün ayaklarını duvara dikmek olduğunu söylediği
Servetin Kaprisleri şarkısını söyledik.
Pazar
sabahı ise Wedekind’in bir gün önce öldüğünü öğrendiğimizde altüst olduk.
İnanmak
kolay değil.
En
takdire şayan yönü coşkusuydu.
Yüzlerce
öğrencinin gürültüsünden geçilmeyen bir salona yahut bir odaya girdiğinde veya
o karakteristik duruşuyla, biraz eğilmiş halde, sert çizgileriyle o hareketli
başını hafifçe öne uzatarak, ağır ve tedirgin edici bir havayla sahneye
çıktığında herkes susardı […].
Tüm
mekânı kendi varlığıyla doldururdu.
Elleri
ceplerinde, öyle dururdu – çirkin, haşin, tehlikeli, kızıl saçları kısacık
kesilmiş… ve orada anlıyordunuz ki kimse onu alt edemezdi.
[…]
Ölümlü değilmiş gibiydi.
Toprağın
altına girdiğini görmediğim sürece öldüğüne inanmayacağım.
Tolstoy
ile Strindberg’le birlikte yeni Avrupa’nın büyük eğitimcileri arasındaydı.
En
büyük eseri kişiliğiydi.
Walter
Benjamin, Brecht’in oyunlarında şarkı ve baladların rolünü çok iyi analiz
etmiştir.
Bu tarzın
gelişiminde Wedekind’in etkisinin belirleyici olmuş olması muhtemel.
Brecht,
Wedekind tarafından yorumlanan kabare şarkılarının çoğundaki acımasız ironiyi,
hicvi, şiddeti yeniden kullanmıştır.
Birinci
Dünya Savaşı civarında Münih’ten ve kabarelerinden söz ederken ilk
ekspresyonist oyunların artan etkisini anmamak zordur.
Ernst
Toller, bunlardaki ütopik isyanı muazzam biçimde ete kemiğe büründürmüştü, ama
Karl Valentin’i de unutmamak gerekir.
Brecht’e
birçok gösteride eşlik eden ve “Metafizik palyaço” olarak da anılan Karl
Valentin, o muhteşem palyaço, Münih’in sanat yaşamındaki en hayret verici
fenomenlerden biri olmayı sürdürüyor.
Partneri
Liesl Karlstadt ile yerel ağızlarda skeçler anlatıyor ve bürlesk konularla en
duygusal anları muazzam bir rahatlıkla iç içe geçirebiliyordu.
Favori
rolü, pataklanan bir garibanı anlatan “Kleine Seele” [küçük ruh] idi.
Klarnetle
ona eşlik eden Brecht, diyalog sanatı konusunda ondan çok şey öğrenmiş gibidir.
Tiyatro üzerine yazılarında Brecht onu şöyle
tanıtıyor:
Herhangi
bir gürültülü tavernada Karl Valentin ilerlerken, o ölümcül ciddiyetiyle, bira
kupalarının, şarkıcı kadınların ve sandalye ayaklarının iç içe geçmiş
seslerinin arasında, bu adamın fıkra anlatmayacağına dair canlı bir duygu
uyanır içinizde.
Fıkra
bizzat Valentin’in kendisidir.
En karmaşıklarından
kanlı bir fıkra.
İçten
gelen, hayli sert bir espri anlayışına sahip; ruhunuzun derininden kopan
ve pek de hayra yorulamayacak cinsten bir gülmeyle sürekli olarak sarsılırken
bir yandan da içki ve tütün içmenizi sağlayan bir espri anlayışı bu.
Çünkü
burada maddenin tembelliği ve elimizin altındaki en inceltilmiş zevkler
söz konusu ediliyor.
Kendimiz
dahil olmak üzere her şeyin yetersizliği ispat ediliyor bize burada.
Bu
adam, çağımızın en kavrayışlı entelektüel simalarından biri olarak,
bizatihi kendisi, sıradan insanlara soğukkanlılık, budalalık ve
varoluşun zevkleri arasındaki ilişkileri sunduğunda, izleyici kitlesi
kahkahalara boğulurken bir yandan da bunları kalbinin en derinine
nakşediyor.
Nasıl
oluyor da Karl Valentin büyük Charlot’yla aynı düzeyde görülmüyor, bunu
anlamak mümkün değil.
Aralarındaki
tek ortak nokta yalnızca yüz mimiklerinden ve uyduruk psikolojiden tümüyle
vazgeçmiş olmaları değil şüphesiz.
Yahut
belki de Alman oluşuna fazla önem veriliyor.
Erfolg romanında
Lion Feuchtwanger uzun uzun tasvir eder onu, “absürd sorunları iç karartıcı bir
sözde mantıkla çözmeye çalışan”, kendisine neden camsız gözlük taktığı
sorulduğunda bunun hiç yoktan iyi olduğu cevabını veren bu şaşırtıcı melankolik
palyaçoyu.
Valentin,
Nazizmin gelişine kadar insanları güldürmeye devam eder, korkunçluklara karşı
kendini, nafile, mizahla korumaya çalışarak.
Veit
Harlan, anılarında Karl Valentin’in sahne aldığı son gösterilere değinir:
Hâlâ
mizah yapma imkânlarının bulunduğu zamanlardı.
Tıpkı
şu şovmen gibi, hani sahneye gelip sağ kolunu kaldırıp “Heil” diye bağıran,
kısa bir aradan sonra da “hay Allah, ismi unuttum!” diye ekleyen Karl Valentin
gibi.
Monologlarından
birinde Dachau toplama kampından, yüksek duvarlarından, etrafını çevreleyen
dikenli tellerden ve baştan aşağı silahlı muhafızlarından bahsederken, onların
karşısına geçip şöyle dediğini anlatıyordu: “İstediğiniz kadar dikenli tel ve
top tüfek koyun, girmek istersem beni engelleyemezsiniz”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder