POPÜLER KÜLTÜR - POPÜLER SANAT
Sanat jargonunda “popüler kültür” terimi, kitsch terimini
yerleştiren aynı tartışmalar
bağlamında anlamını kazanır.
Bu terim de, Greenberg formalizmine
ve daha genel olarak estetik modernizme karşı örgütlenen
söylemin bir ürünüdür.
Modernizmi beslediği
varsayılan “elit kültür”e
alternatif olan bir kültürü ifade eder.
Daha ziyade New York’un sanatsal
deneyimlerine ve pop sanata odaklanır.
Sitüasyonist
esintilerle 1950’lerin
sonunda Londra’da
ortaya çıkan ve
tüketim kültürünü yeren Richard Hamilton’ın
temsilcisi olduğu pop sanatın aksine, Andy Warhol’un yıldızı olduğu New
York’un pop
sanatı, medya
ve tasarım dünyasının
estetiğini temellük
etmekle yetinmez, bu dünyanın
ideolojisini de benimser.
“Popüler kültür”ün
estetik bir anlam kazanması bu dönüşümle ve
postmodern sanatın
teorileştirilmesiyle ilintilidir.
Merkez gene New York’tur.
Oysa bu terim, önce İngiltere’de, üniversite
çevresindeki solcu aydınların, özellikle
Sovyetler’in 1956’da
Macaristan’ı işgal
etmesinden sonra duydukları hüsran
sonucunda giriştikleri politik arayışlar çerçevesinde
kavramlaşır.
Britanya işçi
hareketini canlandırabilmek
ve demokratik bir sosyalist örgütlenmeyi
tartışmak
amacıyla
Birmingham Üniversitesi’nde kurulan Kültürel Çalışmalar
Merkezi’nin
(1964) etkinlikleri çevresinde
biraraya gelen Yeni Sol’un geliştirdiği
paradigmalardan birini tanımlar.
Bu çerçevede “popüler kültür”, 19.
yüzyıldaki yoğun
kentleşme/endüstrileşme
hareketleri sırasında işçi sınıfının
yarattığı devrimci, dayanışmacı, isyankâr kültürü ifade eder.
O nedenle cultural
studies hareketinin kılavuzu, hareketin kurucusu sayılan E. P.
Thompson’ın İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu (1963)
kitabıdır.
Diğer kuruculardan Raymond Williams ise Kültür ve Toplum kitabıyla (1958) sivrilir.
1960 yılından başlayarak New
Left Review dergisini yayınlamaya başlayan ‘yeni
solcular’,
Stuart Hall, Terry Eagleton, Perry Anderson gibi etkin İngiliz
Marksistleri de saflarına katarlar.
Bir yandan William Morris gibi 19.
yüzyıl ütopik
sosyalistleriyle, diğer
yandan 1968 ayaklanmalarıyla parlayan Fransız
felsefesiyle eleştirel
bir diyaloğa girerek özellikle
Anglofil dünyadaki muhaliflere umut
veren etkili bir kültür kuramı geliştirirler.
Bu kuram, Foucault’nun
bilgi/iktidar, Gramsci’nin de hegemonya tezlerinden esinlenerek, kültür
kavramını,
anlamlandırma
(signification) pratikleriyle, gösterge
sistemleriyle özdeşleştirir.
İkinci
Dünya Savaşı’nın ertesinde bir yandan Sovyetik komünist
partilere, diğer
yandan reformist Britanya İşçi
Partisi’ne
alternatif oluşturmak üzere yola çıkan “kültürel çalışmalar” hareketi
sonraki elli-altmış yılda parlayıverdi.
Ancak, kurucusu Raymond Williams’ın
sözleriyle “başarılı oldukça
kurumlaştı”.
Williams, hareketin ilkesini şöyle tanımlıyordu:
Entelektüel araç gereçlerimizin en iyi
iş görenlerini
yanımıza
alarak, “en kişisel
olanından en
geniş anlamda politik
olanına
kadar üzerlerindeki bütün baskıları kavramaları kendi çıkarlarına olan insanlara gitmek...”
Williams, Kültürel Çalışmalar’ın
geleceğinin bu ilkenin korunmasına ve sürekli
yeniden işlenmesine bağlı olduğunu düşünüyordu.
Ama ‘gelecek’, özellikle
ölümünden
sonra onun umduğu gibi gerçekleşmedi.
Kültürel Çalışmalar
parladıkça
darmadağın oldu ve
tezleriyle kavramları giderek iyice esnekleşti.
Bu değişime
taraftar olan Profesör Simon
During’e göre disiplin,
ticari kültürü göklere çıkarmaya başladı ...
kimi popüler kültür ürünlerinin
olumlu, hafif politik etkileri olduğunu öne sürerek
teorik saldırılardan
vazgeçti.”
“Aydınların vaktiyle reddettiği ne
varsa kültürel çalışmalar
onlara sahip çıkıyordu:
aşk
romanları,
Disneyland, güreş, Dallas...
Eğer alışveriş merkezleri bir önceki
nesil Marksistlerin gözünde fetişizmin
sembolüyse, kültürel çalışmalar
nezdinde karşı konulmaz ve yapıcı anlamda
paradoksaldı.
Eğer Rambo filmlerini
yalnızca
para makinesi gibi görmek
yerine biraz derine inilirse, onların aslında Amerikan erkeğinin kırılganlığını temsil ettiği fark
edilebilirdi.”
Örneğin,
Madonna’nın aslında “feminist
ideolojinin eleştirisini” yaptığı anlaşılabilirdi.
1980’lerde gelişen ve
postmodernist söylemlerle eklemlenen neo-liberal
kültür
politikalarının
egemenleşmesi (kültüralizm),
ve özellikle 1989’da Sovyet komünizminin
iflasıyla birlikte, kültürel çalışmalar
hareketinden etkilenen oluşumlar
iki karşıt
odakta saflaştı.
Bunlardan ilki olan “kültürel
eleştiri”, Spinoza’dan romantik akımlara; anarşizmden
Frankfurt Okulu’na;
avangard sanat ve edebiyattan, dilbilim kökenli ’68
sonrası felsefelerine kadar, başta
Marksizm olmak üzere bütün
modern eleştirel düşünce
geleneğini çağdaşlaştıran
incelemeleri ve politikaları kapsar.
Buna karşıt olan ikincisi, teorinin ve tarihin hakikatini göreceleştiren, bütün
anlamlandırma ve ‘iletişim’ pratiklerinin
tasarlanabileceğine ve yönetilebileceğine
inanan cultural studies ekolüdür.
İlkin
ABD’nin
akademik hayatındaki
bir moda gibi filizlenmiş, ama
sonradan bütün bilgi
ve iş dünyasını hızla kuşatıvermiştir.
Kültür yönetimi,
sanat yönetimi, kültürel
diplomasi, iletişim tasarımı gibi kültürün özelleştirilmesini
rasyonelleştiren disiplinlere kaynak oluşturmuştur.
“Kültürel
eleştiri”, günümüzde
kimlikleri ve öznellikleri kuran anlamlandırma teknolojilerinin teşhiriyle
uğraşırken, ikinci karşıt kamp bu teknolojileri nasıl güçlendirebileceğini araştırır.
Toplumsal ilişkileri
ve çatışmaları bir kültürel görececilik
(rölativizm) içinde çözündürerek,
etnik, dinsel, cinsel farklılık temelinde yeniden örgütleyen neoliberal
kültür
politikalarına
eklemlenir.
Modern toplum bilimlerine özgü, üretim
ilişkileri ile toplumsal ilişkiler
temelindeki kuramları tasfiye ederek, hayatı tüketim
ve kültürel
ilişkiler temelinde tasavvur eden kültüralizm
ya da kültürcülük
(culturalism) tezlerini geliştirir.
İşte “popüler
sanat” ve “popüler kültür”, daha
ziyade bu tezlerin tartışıldığı süreçte başat bir
spekülasyon konusu oluşturmuş ve zamanla bu spekülasyonların da
fazlasıyla
popülerleşmesi
sonucunda miadını doldurmuş, çözünmüştür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder