SİTÜASYONİSTLER - 2
[...] Biz bütünleşmiş bir sanat ve
politika vizyonundan bahsettiğimizde, hiçbir şekilde sanatın politikaya
tabi olmasını önermiyoruz.
Bizler için, ya da bu çağı yanılgıdan
arınmış bir bakışla görmeye başlayan hiç kimse için, 1930'ların sonundan
bu yana artık hiçbir yerde modern sanat yoktur, aynı şekilde hiçbir yerde daha
ileri aşamada bir devrimci politika oluşumu da yoktur.
Modern sanatın da devrimci
politikanın da günümüzdeki canlanışı, ancak
onların aşılması biçiminde olabilir, ki bu da onların en temel
hedeflerinin gerçekleşmesi demektir.
Sitüasyonistlerin sözünü ettikleri
yeni karşılaşma her yerde karşımıza çıkmaktadır bugün.
Mevcut güçlerin düzenlediği,
iletişimsizliğin ve yalıtılmışlığın damgasını taşıyan dev mekânlarda, bir
ülkeden ötekine, bir kıtadan diğerine, yeni skandal türleri aracılığıyla
belirtiler su yüzüne çıkıyor: etkileşimler çoktan başladı.
Nerede olursa olsun avangardın
görevi, bu deneyimleri ve bu insanları biraraya getirmektir, yani hem bu
tür grupları birleştirmek, hem de projelerine bütünlüklü bir temel
oluşturmak.
Gelecekteki devrimci çağın bu ilk
hamlelerinin gelişimine ortam hazırlamalı, onları açıklamalı ve tanıtmalıyız.
Bunlar, yeni mücadele biçimlerini ve yeni
–açık ya da örtük– bir içeriği bünyelerinde toplamalarıyla ayırt
ediliyorlar: bu içerik, mevcut dünyanın eleştirisi.
yönündeki sürekli çabalarıyla övünen
hâkim toplum muhatabını bulacaktır artık, çünkü nihayet modernleşmiş bir olumsuzlama
üretmiştir.
Biz, bizi anlamaktan aciz hırslı
entelektüellerin ya da sanatçıların sitüasyonist harekete karışmalarını
engellemek için ne gerekiyorsa yaptık; en son
örneği Nashist “sitüasyonizm” olan çeşitli tahrifleri reddedip açıkça
itham etmek konusunda da son derece kararlı davrandık; bu yeni radikal
hamlelerin sahiplerini sitüasyonist olarak kabul etmekte, onları
desteklemekte ve asla reddetmemekte de aynı kararlılığı gösteriyoruz, her ne
kadar bu hamlelerin çoğu bugünün devrimci programının bütünlüğünün tamamen
bilincinde olmayıp sadece bu genel yönde ilerliyor olsa bile.
Burada, bütünüyle onayladığımız
birkaç hamle üzerinde duracağız sadece.
16 Ocak'ta Caracas'ta düzenlenen
Fransız sanatı sergisine saldırı düzenleyen silahlı bir grup öğrenci, sergiden
aldıkları beş tabloyu, siyasi mahkûmların salıverilmeleri koşuluyla iade
edeceklerini açıkladılar.
Güvenlik güçleri, Winston Bermudes,
Louis Monselve ve Gladys Troconis'le giriştikleri silahlı çatışma sonucunda
tabloları geri aldılar.
Birkaç gün sonra, başka yoldaşlar
söz konusu tabloları taşıyan polis kamyonuna bombalı saldırıda bulundu, ne
yazık ki kamyon zarar görmedi.
İşte geçmişin sanatına nasıl muamele
edileceğini, hayatta gerçekten önemli olan şeyler uğruna nasıl yeniden
oyuna dahil edileceklerini gösteren örnek bir olay.
Gauguin'in (“her şeye cüret etme
hakkını yerleştirmeye çalıştım”) ve van Gogh'un ölümünden bu yana,
düşmanları tarafından ele geçirilen yapıtlarının kültür dünyasından gördükleri
ruhlarına uygun yegâne karşılık, muhtemelen Venezüellalıların eylemi olmuştur.
1849'daki Dresden ayaklanması
sırasında, Bakunin tabloların müzeden çıkarılmasını ve düşman
saldırılarını önleyip önleyemeyeceğini görmek için kentin girişindeki
barikatlara konulmasını önermişti (başarılı olamadı, o ayrı).
İşte Caracas’taki çatışmanın,
devrimci isyanın son yüzyıldaki en ateşli anlarından biriyle arasında
nasıl bir bağ olduğunu, hatta onun ötesine nasıl geçtiğini
görüyoruz.
Son haftalarda, İspanya'ya turistik
geziler düzenleyen acentelere karşı yangın bombalarıyla saldırıda bulunan
ya da nükleer silahlanmanın tehlikelerine karşı uyaran korsan radyo yayınları
düzenleyen Danimarkalı yoldaşların eylemlerini de aynı derecede heyecan verici
buluyoruz.
İskandinav ülkelerindeki
“sosyalleştirilmiş” kapitalizmin sıkıcı ve rahat bağlamında, o
“insanileşmiş” düzenin temelinde yatan şiddetin bazı veçhelerini ifşa eden
şiddetleriyle ortaya insanları görmek çok umut verici: Örneğin bu düzenin
iletişim tekelini ya da turizm veya eğlence sektöründe örgütlenmiş
yabancılaşma görünümlerini ifşa ediyorlar.
Bu rahatlığın yol açtığı can
sıkıntısının kabullenilmesi gereken başka bir yüzü daha vardır: Bu
huzur yalnızca yaşamın kendisi olmamakla kalmaz, atomik ölüm tehdidine
dayalıdır aynı zamanda; organize turizm yalnızca gezilen ülkeleri gizleyen
sefil bir gösteri olmakla kalmaz, bu şekilde nötr bir gösteriye
dönüştürülen ülkenin gerçeği, Franco rejiminin polisidir.
Nihayet, geçtiğimiz Nisan ayında
“Altıncı Bölge’deki” sığınakların yerini ve planlarını ifşa eden İngiliz
yoldaşların eyleminin, toprağın düzenlenmesinde ve otoritenin totaliter
işleyişinin kurulup yerleşmesinde devlet gücünün vardığı aşamayı göstermesi
bakımından büyük değeri vardır.
Yalnızca savaş açısından
yorumlanacak bir olgu değil bu.
Şu anda, termonükleer bir
savaş tehlikesinin her an her yerdeki varlığı, Doğu'da ve Batı'da,
kitleleri baskı altında tutmaya, iktidar sığınakları yaratmaya hizmet
eder.
Yönetici sınıfların iktidarını,
maddi ve psikolojik yönden güçlendirmeyi amaçlamaktadır.
Yüzeyde, modern kentçilikten geriye
kalan her şey aynı amaca hizmet etmektedir, başka bir şeye değil.
1962'nin Nisan ayında yayınlanan
sitüasyonist derginin yedinci sayısında, bir yıl önce ABD’de
kurulan kişisel sığınakları konu alan yazıda şöyle denilmekteydi:
“Her dolandırıcılıkta olduğu gibi, koruma
sadece bir bahanedir.
Sığınakların gerçek amacı,
insanların uysallıklarını ölçmek ve böylece aynı zamanda pekiştirmek, bu
uysallığı toplumdaki hâkim sınıfın yararına manipüle etmektir.
Gelişmiş toplumda, tüketime yönelik yeni
bir gıdanın piyasaya sürülmesi gibidir bu koruma çabası, daha önceki ürünlerin
hiçbirine yer bırakmaz artık.
İnsanları son derece yapay
ihtiyaçlar duymaya sevk etmek için, onları daha fazla çalışmaya
yönlendirir; kuşkusuz, böyle bir çalışma sonucunda da karşılanmaya gerek
duyulmayan ihtiyaçlar kalacaktır geriye.
Büyük toplu konut’lar içinde
biçimlenmiş olan yeni habitat, sığınakların mimarisinden tam olarak
ayrılmış değildir; o mimarinin yalnızca daha alt düzeydeki bir
örneğidir.
Dünyanın yüzeyinin bu şekilde
toplama kampı modeli temelinde örgütlenişi, gelişmekte olan bir toplum
açısından olağandır.
Yeraltında kalan bölümler, o toplumun
marazi fazlalığını temsil eder.
Bu hastalık, yüzeydeki ‘sağlığın’
gerçek yüzünü ortaya çıkarır.”
İngilizler bu hastalığın
incelenmesine ciddi bir katkıda bulundular; böylece “normal” toplum
incelemelerine de katkıda bulundular.
Söz konusu incelemenin kendisi,
“ihanet” adı altındaki eski ulusal tabuları ihlal etmekten sakınmayan,
iktidarın rahatça işlemesi açısından hayati önem
taşıyan gizliliği delen bir mücadelenin ayrılmaz parçasıdır; böylece
modern toplumda “enformasyon” enflasyonunun kalın perdesi ardına saklanan pek
çok meseleyi gün yüzüne çıkarır.
Polisin çabalarına ve çok sayıda
tutuklamaya karşın, sabotaj eylemi daha da genişletilerek taşradaki gizli
karargâhlara baskın düzenlendi (direnmelerine rağmen bazı görevlilerin
fotoğrafı çekildi), Britanya güvenlik merkezlerine ait kırk telefon
hattının çok gizli numaralarının sürekli çevrilmesi sonucu hatlar
kilitlendi.
Toplumsal mekânın hâkim
örgütlenişine karşı girişilmiş bu ilk saldırıya selam durmak istedik ve
Danimarka'da düzenlediğimiz “RSG-6'nın Yok Edilişi” sergisiyle onu genişlettik.
Böylece, bu tür mücadeleyi
uluslararası ölçeğe taşımanın yanı sıra, aynı küresel mücadelenin bir
başka cephesine, sanatsal yaratım alanına da uzatabileceğimizi düşündük.
Burada, sitüasyonist hareket olarak da
adlandırılması mümkün olan kültürel yaratım etkinliği, birleştirici
kentçilik projeleriyle ya da hayatta sitüasyonların kurulmasıyla başlar ve bu
yolda yapılanlar, günümüz toplumunda devrimci olanaklar bütünlüğünü gerçekleştirmeye
adanmış hareketin tarihinden ayrı tutulamaz.
Bununla beraber, kısa vadede,
eleştirel sanat, sinemadan resme kültürel ifadenin mevcut araçları içinde
gerçekleştirilebilir, her ne kadar nihai aşamada tüm bu sanatsal çerçeveyi
yıkmak istiyor olsak da.
Sitüasyonistlerin, détournement kuramıyla
özetledikleri de budur.
İçeriği bakımından eleştirel olan bu
tür sanat, bizatihi formu bakımından kendini de eleştiriye tabi tutmak
zorundadır.
Böyle bir iş, yerleşik
iletişim yöntemlerinin uzmanlaşmış alanı içerisindeki sınırların farkında olan,
“şimdi kendi eleştirisini de bünyesinde barındıran” bir iletişim
türü olacaktır.
“RSG-6” için, insanı düşünmeye
kışkırtan bir ortam olarak önce bir atom bombası barınağı atmosferi
hazırladık.
Bundan sonra, böylesi bir ihtiyaç
türünün kuvvetle olumsuzlanmasını sahneleyen bir bölgeyle karşılaşılıyor.
Burada eleştirel bir biçimde
kullanılan sanat aracı, resimdir.
Dada hareketiyle doruk noktasına ulaşan
modern sanatın devrimci işlevi, dilden eyleme sanattaki bütün uzlaşımları
ortadan kaldırmak oldu.
Gelgelelim, sanatta ve felsefede yok
edilenler henüz somut biçimde gazetelerden ve kiliselerden temizlenemediği
için, ve silahların eleştirisi o dönemde eleştiri silahlarında gerekleşen
ilerlemeleri takip etmediği için, dadaizmin kendisi, kabul görüp onaylanan bir
kültürel stil olmanın ötesine geçemedi.
Hatta Dada formu, 1920’den önce icat
edilmiş stili ele geçirip kariyer yapan ve her ayrıntıyı muazzam ölçüde
abartarak sömüren neo-dadaistlerin elinde gerici bir reklam aracına
dönüştü ve mevcut dünyanın kabul edilip bezenmesine hizmet etti.
Bununla beraber, modern sanatın
içerdiği olumsuz hakikat, onu kuşatan toplumun haklı çıkmış bir
olumsuzlaması olmuştur her zaman.
1937'de Paris'te, dönemin Nazi elçisi Otto
Abetz Guernica tablosu önünde Picasso'ya “Bunu siz mi yaptınız?” diye
sorduğunda, Picasso çok doğru biçimde şöyle yanıtlamıştı: “Hayır.
Siz yaptınız.”
Birinci Dünya Savaşı’nın korkunç
sonuçlarının ardından şiirde ve modern sanatta çok yaygın olan olumsuzlama ve
kara mizah, halen içinde yaşadığımız üçüncü savaş
gösterisi bağlamında yeniden canlandırılmayı kesinlikle hak
ediyor.
Neo-dadacıların Marcel Duchamp'ın
plastik sanatları reddetme yönündeki ilk tavrını (estetik) olumlulukla
yüklemekten bahsetmelerine karşın, biz çok iyi biliyoruz ki, bugün
dünyanın bize olumlu olarak sunduğu her şey, sadece, günümüzde kabul gören
ifade biçimlerinin olumsuzluğunu sonsuzca yeniden doldurmaya yarar, ve bu
yolla içinde yaşadığımız dönemin yegâne temsilî
sanatını oluşturur.
Sitüasyonistler biliyorlar ki,
gerçek olumluluk başka bir yerden gelecektir ve şu aşamada olumsuzluk onu
ortaya çıkarmaya katkıda bulunacaktır.
Her türlü resimsel saplantının
ötesinde, ve umarız (uzun süredir miadını doldurmuş olduğu halde biçimsel
inceliğinden ötürü üzerimizde etkili olan) bir plastik güzellik formuna
itaat etmeye çağıran her şeyin ötesinde, burada çok açık birkaç noktanın
altını çizmiş bulunmaktayız.
Boş tuvaller üzerine yazılan
“talimatlar” ya da détourne edilmiş soyut resimler, duvarlara
yazılmış sloganlar olarak anlaşılmalıdır.
Kimi tablolara verilen siyasi
bildiri biçimindeki isimler de aynı alaycılık duygusunu taşıyor ve şu an
gözde olan, kendini dile getirilemez “saf işaretler”in resmine dayandırmaya
çalışan akademizme gönderme yapıyor.
“Termonükleer haritalar”, resimde
“yeni figürasyon” doğrultusunda tanık olduğumuz her türlü hummalı çabanın
ötesindedir.
Çünkü action painting’in en
özgürleşmiş yöntemlerini, gelecek dünya savaşının farklı saatlerinde dünyanın
çeşitli bölgelerini mükemmel bir realizmle temsil etme iddiasında
bulunabilecek bir imgeyle birleştirirler.
Benzer şekilde ultramodern bir
rastlantısallık ile Horace Vernet tarzı titiz bir realizmi birleştiren
“Zafer Serisi”, savaş resmi geleneğini canlandırıyor.
[...] Burada hedeflenen ters
çevirme, geçmiş tarihi düzeltiyor, onu daha iyi, daha devrimci ve hiç
olmadığı kadar başarılı yapıyor.
“Zaferler”, Lautréamont’un büyük bir
yüreklilikle her türlü badireye ve altında yatan mantığa meydan okuduğu o
mutlak-iyimser détournement’ı sürdürüyor: “Kötülüğün varlığını kabul
etmiyorum.
İnsan mükemmeldir.
Ruh düşmez.
İlerleme vakidir. …
Şimdiye kadar bedbahtlık, hep
dehşeti ve acımayı kışkırtsın diye betimlenmiştir.
Ben bunların karşıtını uyandırmak
için, mutluluğu betimleyeceğim.
Dostlarım ölmedikçe, ölümden dem
vurmayacağım.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder