3 Kasım 2022 Perşembe

 RADYO ALİCE - 1

 

Radyo Alice, 1976-1977 arasında yayın yapan Bolonya menşeili bir özgür radyoydu.

 Bolonya kenti, tarihsel olarak İtalyan Komünist Partisi’nin kalelerinden olduğu için “Kızıl Emilia” olarak anılan Emilia-Romagna bölgesindedir; ancak o dönemde Komünist yönetim, bölgeyi kapitalizme entegre etmekten öteye gitmeyen, bunu da sosyalizm adı altında yapan politikaları nedeniyle radikal hareketin hedefindeydi.

 Otonom hareketler, Bolonya'nın hem Komünist yerel yönetim tarafından hem de muhafazakâr kesimler tarafından bir nevi "sosyalist ütopya" olarak lanse edilmesinin altında yatan gerçeklikleri ifşa etmeye çalışıyorlardı.

 Radyo Alice de bu hareketlerin parçasıydı.

 Radyo kolektifinin çekirdeğini, eski Potere Operaio (İşçilerin İktidarı) örgütü üyeleri ve Autonomia mensupları oluşturuyordu.

 Radyo Alice baskıcı politikalara karşı ülke çapında işçilerin, öğrencilerin, sol grupların ve kadın örgütlerinin ayaklandığı bir dönemde yayın hayatına başladı ve sonuna kadar özerk kalsa da yeni ifade kanalları arayan her tür direnişe kapılarını açtı.

  Bu tutumuyla, hem iktidardaki Hıristiyan Demokratların hem de devrim-karşıtlığı iyice ayyuka çıkmış olan İtalyan Komünist Partisi’nin gazabını üzerine çekti.

 Radyo, adını Lewis Caroll’un Alice Harikalar Diyarında ve Aynanın İçinden kitaplarından alıyordu.

 Alice aynanın öteki yüzüne geçince bildiğimiz dünyanın alışılmış ve rasyonel düzenini terk eder ve gerçek dünyadan devralınmış davranış kalıplarının hükümsüz kaldığı alternatif bir gerçekliğe adım atar.

 Nasıl ki bu harikalar diyarının “hakikati” bir önceki dünyanın ölçütlerine göre değerlendirilemezse, Radyo Alice’nin yayınları da gerçekliğin eleştirellikten uzak, pasif yansımaları değildi.

 Farklı bir varoluş biçimini deneyimlemek için gerçekten de aynanın öteki tarafına geçmek gerekiyordu.

 Dünyadaki olayları nesnel bir şekilde aktarmaktan ziyade seslerden, enformasyondan, mesajlar ve şiirden, sessizlik ve küfürlerden oluşan bir akış yaratmanın peşindeydiler.

 Yayınlar, tıpkı Dada gösterileri gibi, kültürel bozgunculuk eylemleri olarak görülüyordu.

 Radyo Alice’nin, hakikati, hatta doğru bilgiyi iletmek gibi bir derdi olmadığı bile söylenebilir.

 Radyonun kurucuları arasında bulunan Franco “Bifo” Berardi, konu hakkında 2010 senesinde verdiği bir söyleşide şöyle diyordu:

“Burjuvazi haberlerinin yalanını teşhir eden alternatif habercilik anlayışını benimsemiyorum.

 Burjuvazi basınının gerçekdışı haberlerinin karşısına koyacak doğru bilgiye sahip değilim.

 Çok çeşitli bilgi biçimlerinin olası olduğunu ve her birinin bir yaşam biçimiyle bağlantılı olduğunu düşünüyorum.

 Bir yaşam biçimi seçiyorum ve onunla ilişkili bilgiyi yayıyorum.”

Radyo Alice konvansiyonel dilsel ifade tarzlarının dışında bir tarz geliştirdi.

Üyeleri, kitle iletişim araçlarının tekdüze, sıkıcı ve sözüm ona nesnel diline karşı hayal gücünün özgür işleyişine ve duyguların anlık aktarımına dayanan bir söylem biçimi benimsemekten yanaydı.

 Bazı günler yirmi saate yakın yayın yapan radyoda genç işçiler saatlerce örgütlenme sorunları hakkında konuşabilir; ciddi tartışmalar şaka ve kahkahalarla kesilebilirdi.

İsteyen herkes yayına müdahil olabiliyordu.

Bazı insanlar doğrudan yayına katılırken bazıları evden kaydettikleri kasetleri radyoya gönderiyordu.

En başından beri işçi grevlerine ve üniversite işgallerine açık destek veren Radyo Alice, direnişin içinde bulunan herkese kapılarını ve kanalını açtı.

Polisle ya da faşistlerle çatışma halindeki öğrenciler bizzat radyoya gelerek, ya da telefonla ulaşarak, anlık son durum bilgileri paylaşıyorlardı.

Kimileriyse radyo üzerinden yoldaşlarına destek çağrısında bulunuyordu.

 Radyonun basılmasında bu çağrıların büyük payı vardı.

11 Mart günü Bolonya Üniversitesi’nde solcu öğrenciler ile Hıristiyan Demokrat Partisi’yle bağlantılı bir gençlik örgütünün mensupları arasında çıkan tartışmaya polisin şiddetli bir şekilde müdahil olması ve bir solcu öğrenciyi öldürmesi üzerine tüm şehre yayılan çatışmaların ikinci gününde Radyo Alice makineli tüfekli polislerce basıldı.

“Halkı şiddete teşvik etmek” ve “suç işlemek amacıyla örgüt kurmak” suçlamalarıyla teçhizatına el konan radyo “yasadışı” ilan edildi ve sekiz mensubu tutuklandı.

 Ertesi gün “12 Mart Kolektifi” adı altında yeniden yayına başlayan radyo bir kez daha polis baskınına uğradı.

 Radyo kolektifi, mahkemede kendisine yöneltilen suçlamalardan beraat etti ve ikinci baskından bir ay sonra yeniden yayına başladı.

 Fakat, radyonun üzerindeki baskı tamamıyla kalkmamıştı.

 Sekiz arkadaşları hâlâ hapisteydi ve Bolonya’nın Komünist Partili belediye başkanı Zangheri’nin açık şiddeti örtük tehdide dönmüştü.

 Zangheri her fırsatta Radyo Alice’nin yayın yapabilmesini şehrinin demokratlığına ve hoşgörüsüne kanıt olarak sunar olmuştu.

 Belediyenin hoşgörü sınırları dahilinde yayın yapmak istemeyen radyo sonunda kendini feshetti. 

 SİTÜASYONİSTLER - 1

 

YEN22 Haziran 1963’te Danimarka’nın Odense kentindeki Galleri Exi’de, Sitüasyonist Enternasyonal’in düzenlediği “RSG-6’nın Yok Edilişi” sergisi açıldı.

 Sergi, Barış Casusları adlı Britanyalı bir grubun iki ay önce gerçekleştirdiği eylemin devamı olarak tasarlanmıştı.

 Barış Casusları, nükleer bir saldırı durumunda Britanya hükümeti mensuplarının saklanması için inşa edilen RSG-6 adlı gizli bir sığınağı keşfetmiş ve yayınladıkları bildiriyle bu gizli planı kamuya ifşa etmişti.

  Bildiri Britanya kamuoyunda skandala yol açmıştı.

 Barış Casusları, 1962’de yaşanan Küba füze kriziyle Soğuk Savaş’ın açık bir nükleer savaş tehdidine bürünmesi sonucunda tırmanan savaş-karşıtı hareketin parçasıydı.

 Sitüasyonistler, İngiltere’deki eylemi tarihsel ve kuramsal bir çerçeveye yerleştirmek, ve Debord’un ifadesiyle egemen güçlere karşı savaşı farklı cephelere yaymak amacıyla Odense sergisini düzenlediler.

 Hedefleri, Barış Casusları’nınki gibi münferit görünen eylemleri geniş bir bakış açısıyla birleştirmekti.

 Galerideki ilk oda, kesintisiz siren seslerinin duyulduğu, sedyelerle ve cesetlerle dolu bir sığınağa dönüştürülmüştü.

 Yandaki odanın duvarlarına, hedef tahtası olarak, Kennedy, Hruşçev, de Gaulle gibi, dönemin politik liderlerinin resimleri asılmıştı.

 Ziyaretçiler hedeflere ateş etmeye davet ediliyordu.

Resimlerin yanında, Debord’un ‘talimatlar’ dizisi asılıydı; bunlar, üzerlerinde “yabancılaşmış emeğe son”, “felsefeyi hayata geçir” gibi sloganların yazıldığı beyaz tuvallerdi.

 

Bir sonraki odada, J.V. Martin’in “termonükleer haritalar”ı sergileniyordu: dünyanın, üçüncü dünya savaşı çıktıktan sonraki halini tasvir eden büyük resimler.

 Termonükleer haritaların yanında da, Michele Bernstein’in zaferler serisi yer alıyordu: “Paris Komünü’nün Zaferi”, “İspanyol Cumhuriyetçilerinin Zaferi” ve “1358 Köylü Ayaklanmasının Zaferi”.

  ve oyuncak askerlerle yapılmış bu üçboyutlu tablolar, yenilgiye uğramış devrimci mücadeleleri zafer biçiminde yeniden canlandırıyordu.

 “RSG-6’nın Yok Edilişi” sergisinden geriye, birkaç siyah-beyaz fotoğraf dışında belge kalmadı.

 Ancak Debord’un  8 Mayıs 1963’te Sitüasyonist Enternasyonal’in Danimarka sözcüsü J.V. Martin’e gönderdiği mektupta,  etkinliğin çerçevesi ve nasıl tasarlanacağı ayrıntılarıyla açıklanmıştı.

Ayrıca sergi kataloğunda, Debord’un hem bu sergiyi hem de başka yerlerdeki eylemleri değerlendirdiği “Politikada ve Sanatta Yeni Eylem Biçimleri ve Sitüasyonistler” başlıklı metni yayınlanmıştı. [EG]

  

J.V. Martin’e
Guy Debord, 8 Mayıs 1963
Sevgili Martin,

 6 Mayıs [1963] tarihli mektubunda aktardığın gelişmeler bizi çok heyecanlandırdı.

 Nash-karşıtı ve nükleer-karşıtı yeni galerinin sanatsal ve kuramsal kontrolünü ele almaya çalışman gerektiği konusunda hepimiz mutabıkız (Nash’i yasakla!).

İlişikte, galerinin açılışı için düşünülebilecek, kapsamlı bir tasarı gönderiyoruz.

Tabii sen bunu uygun bulmayabilirsin.

Veya belki içinden bazı ayrıntıları seçersin.

Biz yine de tamamını tarif ediyoruz, bizce hayli etraflı bir tasarı.

Galeriyi, ilişikteki şemada olduğu gibi üç bölüme ayırmak gerekecek: ikinci bölüm (isyan), ilkinden (sığınak) ve üçüncüsünden (sergi) biraz daha büyük olmalı.

I – SIĞINAK [derkenar: “Kapının önünde (kaldırımda) parçalanmış bir araba ve “Giriş”]

İlk bölüm, dehşet verici bir nükleer saldırı sığınağı, içinde şunlar olacak:

- portatif yatak
- birkaç kutu konserve
- birkaç şişe su

Ses ambiyansı için: kesintisiz siren sesi, teybe kaydedilmiş (sürekli dönecek).

Bu bölümde yumuşak ve rahatsız edici bir ışık olacak (mesela yanıp sönen mavi ışık olabilir).

Aşırı miktarda deodoran sıkılıp, nefes almayı zorlaştıran bir hava oluşturulacak. Radyoaktif koruma tulumu giymiş iki asistan (başlıkları ve gözlükleriyle), insanlara bu odada 10 dakika kalmaları gerektiğini söyleyecek.

Biri ilaç dağıtacak (fikir, her ziyaretçinin bunu yutması).

İlacın üzerinde RSG-6 etiketi olacak. Bir de şunu yazmalı: "RSG-6’nın yok edilişine davetlisiniz."

Elinde bir manken varsa, torba içine yerleştirip bir köşeye koy – cesetmiş gibi.

NOT: İngilizlerin Danger! Official Secret – RSG-6 bildirisi var mı sende? Yoksa gönderebiliriz. Onu da cam çerçeveyle bir duvara asarsın.

 

II – İSYAN

İkinci bölüm sezgiye ve isyana ayrılıyor.

- duvarlarda, mantar panolar üzerinde, şu liderlerin büyük boy fotoğrafları: Kennedy, İngiltere Kraliçesi, de Gaulle, Hruşçev, Franco, Adenauer, Danimarka Kralı.

- dikine konmuş üç tüfek, insanlar bunlarla fotoğraflara ateş edecek.

 Bir lideri gözünden vuranlara, Situationistik Revolution dergisinin bir kopyası verilecek – bu dergiler bir sonraki bölümde de ziyaretçiye sunulacak.

- Martin’in resimleri, imzalanmış, satışa sunulacak.

 Bu resimler şöyle hazırlanıyor:

a) Coğrafi haritaları kabartmalı şekilde düzenle (alçıyla, dağlar filan olsun). Danimarka, İskandinavya, Avrupa, Amerika vs. haritaları olabilir.

b) Üzerlerine rastgele boya fırlat. Felaket havası verecek ve sanki bir cilt hastalığında olduğu gibi tahribat izlerini anımsatacak renkler seç.

c) Alçıya (veya boyaya) atık malzeme ve her nevi çöp katılabilir (saç, makine yağı, kırık cam, hurda demir parçaları...).

Genel fikir, bu ülkelerin dev bir füzeden bakıldığındaki görüntüsünü yansıtmak.

Ülke sınırlarının seçilebilir olması gerek.

d) Resimlerden birine şu ismi vermeli:  Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlamasından iki saat sonrası.

Bir diğeri şöyle: İkinci günde, 82 mega-ceset sayıldı (veya mega-ölüm).

Bir başkası: Dünya Savaşı’nın başlamasından 2 saat 15 dakika sonrası. Vs.

 

III – SERGİ

Üçüncü bölüm, bildiğimiz galeri.

Sanatsal yaratıcılığa ayrılmış küçük bir mekân.

- Mümkünse, bir kokteyl.
- Sitüasyonist dergi ve bildiriler.
- Martin ve diğerlerinin resimleri.

Katalog sadece bu bölümde dağıtılacak (daha önce değil).

Resimlerin politik –sitüasyonist– başlıkları olabilir.

Misal: İspanyol [İç] Savaşı’nı yeniden başlatıyoruz, bu sefer kazanmak için savaşacağız.

Gracchus Babeuf’e övgü.

Devrimi yarım yapanlar olsa olsa kendi mezarlarını kazarlar (Saint-Just).
Mutluluk Avrupa’da yeni bir fikir; ölüm, hatta nükleer ölüm, eski.

Kennedy, Hruşçev, Papa ve Franco: bütün ülkelerin liderleri birleşmiş; strontiyumları birarada.

Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin eksiğini tamamlayamaz.
Çok Yaşa Marx ve Lumumba!
Paris Komünü’nün Zaferi.
Christian Christensen’e Saygı.
Özgürlüğün olduğu yerde devlet yoktur (Lenin).

Başkan Eisenhower, Zengakuren’in müthiş gösterileri karşısında utançla kaçıyor.
Dünyada bir hayalet dolaşıyor: işçi konseyleri iktidarının hayaleti.

NOT: Resimlerin yanında kolajlar da sergilenebilir.

Dostlukla,
Guy

ÖZERKLİĞİN ESTETİĞİ - 1

 

1963 yılında Sitüasyonist Enternasyonal, Danimarka’nın Odense kentinde “RSG-6’nın Yok Edilişi” başlıklı bir sergi düzenler.

İsmini, Britanya’da nükleer savaş durumunda hükümet görevlilerinin saklanması için inşa edilen gizli sığınaklardan alan sergide, yeni bir dünya savaşı olasılığı canlandırılmaktadır.

 Galerinin odalarından biri, kesintisiz siren seslerinin yayınlandığı, temsilî cesetlerle ve erzakla dolu bir sığınak replikasıdır.

 Bir diğer odada, Enternasyonal’in Danimarka kolundan J.V. Martin’in, olası üçüncü dünya savaşından sonra dünyanın halini gösteren “termo-nükleer haritalar”ı sergilenir.

 Aynı odanın duvarlarına dünya liderlerinin resimlerinin yerleştirildiği  hedef tahtaları asılmıştır, yandaki tüfeklerle hedefleri gözünden vuran ziyaretçilere sergi kataloğu hediye edilecektir.

 Guy Debord, sergi için yazdığı “Politikada ve Sanatta Yeni Eylem Biçimleri ve Sitüasyonistler” metninde, Britanya’daki gizli sığınakları kamuya ifşa eden Barış Casusları grubunun eylemlerine “selam durmak istedikleri”ni söyler.

 Modern sanatın da, devrimci politikanın da ancak aşılarak canlanabileceğini öne sürdüğü metinde, sitüasyonistler olarak “bütünüyle onayladıkları birkaç hamle”den bahseder: Bunlardan biri, Venezüella’da bir grubun, Fransız sanatı sergisine silahlı saldırı düzenleyerek siyasi mahkûmların salıverilmeleri koşuluyla beş tabloya el koyması; bir diğeri de Danimarka’da bir grup eylemcinin, faşist Franco rejimi altındaki İspanya’ya geziler düzenleyen turizm acentelerine bombalı saldırıda bulunmasıdır.

 Debord için, “kapitalizmin sıkıcı ve rahat bağlamında, o ‘insanileşmiş’ düzenin temelinde yatan şiddetin bazı veçhelerini ifşa eden şiddetleriyle ortaya çıkıveren insanları görmek çok umut verici”dir.

  

Savaşı Eve Getirmek

 , İkinci Dünya Savaşı’nın ardından hummalı bir yeniden yapılanmanın yaşandığı Batı ülkelerine savaş imgeleri damgasını vurmuştur.

 1962’de, ABD ile SSCB arasında yaşanan Küba Füze Krizi’nin en kritik gelişmesi, dünyanın dört bir yanında naklen televizyondan yayınlanır: Dönemin ABD Başkanı Kennedy, Sovyetler’in Küba’ya yerleştirdiği nükleer başlıklı füzeleri kaldırmaması halinde askerî müdahale gerçekleştirileceğini bildiren ültimatomunu diplomatik yollardan muhataplarına değil, televizyondan yaptığı bir konuşmayla tüm dünyaya duyurur.

 Soğuk Savaş’ın barındırdığı nükleer savaş tehdidinin bu şekilde medyalaşması, ve aynı sıralarda ABD’nin Vietnam’a yoğun müdahalesi, gelişmiş Batı ülkelerinde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan görece refah ve huzurun yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne serer.

“Sosyalleştirilmiş kapitalizmin sıkıcı ve rahat bağlamında, o ‘insanileşmiş’ düzenin temelinde yatan şiddeti” ifşa etme çağrıları, hem radikal siyasete hem de politik sanata yayılır.

“Savaşı eve getirmek”, sanatta da siyasette de sık rastlanan temalardan biri olur.

 İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Batı ülkelerinde yürürlüğe konan Fordist şehir plancılığı, konut alanları ile işyerlerinin, boş zaman ve tüketim alanlarının birbirinden ayrıldığı; iç karartıcı toplu konutların damgasını vurduğu; kentsel yenileme nedeniyle yoksul kesimlerin yerlerinden edildiği; banliyö ve gettolarla bölünmüş şehirler yaratmıştır.

Sitüasyonist Enternasyonal üyesi Raoul Vaneigem’in deyişiyle, toplama kamplarının” kentsel modelleri.

 1960’larda büyüyen ve birbiriyle yakın ilişki içinde olan savaş-karşıtı hareketler, siyah özgürlük hareketi, karşı-kültür ve yeraltı hareketleri gibi kent merkezli toplumsal başkaldırılar, bu kentsel kalkınma modeline ve meta ekonomisinin dayattığı gündelik yaşam ve tüketim biçimlerine karşı bir tepkidir aynı zamanda.

 1965’te Los Angeles’ın siyah gettolarından birinde yaşanan ve yine televizyonlardan izlenen Watts İsyanı, Fordist kalkınmanın ve tüketim toplumunun kendi içinde nasıl patlamalara gebe olduğunu en açık şekilde göstermiştir: Martin Luther King’in “bir ırk ayaklanması değil, sınıf ayaklanması” olduğunu teslim ettiği isyan, ne medeni haklar hareketinin ‘medeniyetinden’, ne de Malcolm X öncülüğündeki daha radikal hareketin disiplininden nasibini almıştır.

 Kurumsal solun sözcülerinin, görünürdeki amaçsızlığı, programsızlığı ve yağmalama olayları nedeniyle sahiplenmekten imtina edip anlamlandıramadığı bu ‘lidersiz’ isyan, Guy Debord’a göre “gösteri-meta ekonomisinin çöküşü”nün resmidir: İsyancılar, “modern kapitalist propagandayı ve reklamı yapılan bolluğu” soyut bir fantezi olmaktan çıkarıp kelimenin gerçek anlamında hayata geçirmiş, üç gün boyunca dükkânları ve süpermarketleri yağmalayıp ateşe vererek, meta ekonomisinin mantığını alt üst etmişlerdir.

 Watts İsyanı, ateşe verilmiş tüketim mabetleri ve meta ekonomisini “potlaça” dönüştüren yağma görüntüleriyle, sitüasyonistlerden militan öğrenci hareketlerine, New York ve Amsterdam’daki yeraltı  ve karşı-kültür gruplarından Berlin’deki Kommune 1’e, Chicago’daki Weather Underground veya Frankfurt’taki Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) gibi şehir gerillalarına kadar, savaşı türlü doz ve biçimlerde “eve getirme”yi hedefleyen radikal çevrelerin imgelemine nakşolmuştur. 

İLK SANAT HAYIRSEVERİ: BANKER KASTELLİ

 

Bilindiği gibi, şirketlerin kültürü ve toplumsal hayatı özelleştirme girişimleri "hayırseverlik" (philantrophy) olarak da tanımlanıyor.

Hayırseverlik, eğitim, sanat, sağlık, spor gibi alanlar kadar, toplumsal hayatın örgütlenmesini de kapsıyor.

Örneğin toplumsal cinsiyetle, kadınlar ve çocuklarla ilgili konuları da kapsıyor.

Zaten hayırseverlik girişimlerinin bir adı da "toplumsal sorumluluk" projeleri.

Sanki toplum, kendi varlığıyla ilgili sorunları şirketlere devretmiş.

Öyle ki, ABD seçmenlerinin %47'si toplumsal sorunların çözümünde şirketlerin öncelikli olduğunu kabul ediyor.

Kendi iş başına getirdikleri siyasal yönetimi tercih edenlerin oranı ise %32.

Kamusal hayatı baştan aşağıya kuşatmaya başlayan bu 'diğerkâmlık', 'fedakârlık' ağı giderek öylesine gelişiyor ki, sanki şirketler hayır işlemese toplum iflas edecek.

O nedenle neoliberalizmin inşasıyla başlayan zamanımız kapitalizminin tanımlarından biri de "filantrofik kapitalizm", "hayırseverlik kapitalizmi".

Türkiye'nin ilk namlı hayırseveri, Banker Kastelli. Kastelli'nin "sanata sahip çıkma" girişimini, 1970'ler ve '80'lerde, felsefe, estetik ve tiyatro alanlarındaki yayınlarıyla tanıdığımız Aziz Çalışlar'ın "Sanat Kimindir?" yazısından öğreniyoruz.

Ama önce onun parayla yarattığı büyük mucizeyi bir hatırlamalıyız.

 

Bankerliğin Sihri ve Kastelli

 24 Ocak 1980, Türkiye'de neoliberalizme geçişin miladıdır.

O tarihte başbakan olan Süleyman Demirel'in müsteşarı Turgut Özal tarafından hazırlanan "24 Ocak Kararları", bir an önce, küreselleşmeye, monetarizme, finansallaşmaya, özelleştirmeye geçilmesini emreder ve bunun için de                      sermaye egemenliğinin sınırsızlaştırılmasını şart koşar.

"24 Ocak Kararları"nın uygulamaya konduğu rejim, aydınların, üniversitelerin, sendikaların ve diğer demokratik örgütlerin şiddetle sindirildiği, çalışanların yoksullaştırılarak haklarının gasp edildiği 12 Eylül 1980 darbe rejimidir.

Dönemin resmî kültür politikası "Türk-İslam sentezi"dir.

12 Eylül ertesinde "emir-komuta zinciri" içerisinde uygulamaya konan "serbest para politikası"nın ilk spektaküler ürünlerinden biri, bankerler.

 Kısa vadeli, yüksek faizli menkul değerler alıp satan bankerler, yılda %130'lara kadar çıkan faizler sayesinde öyle bir tutuyor ki sayıları birden 1000’e tırmanıyor.

 Özellikle Ankara'da, orta sınıf halk, elde avuçta ne varsa bu bankerlere yatırıp, aylık yüksek faiz kapmak için banker bürolarının önünde kuyruklara giriyor.

Banker furyasının kralı, Cevher Özden: Banker Kastelli.

Önde gelen on bankayla işbirliği içinde yüksek faizli tahvil ve mevduat sertifikası alıp satıyor.

Mevduat sertifikası, "kara parayı ak paraya çevirmek için" o zamanki bankacılık sisteminin "icat etmiş olduğu bir araç".

O dönemdeki 38 bankanın 31'i bankerler aracılığıyla mevduat sertifikası pazarlıyor.

Bu ortamda Kastelli'nin gücü ve varlığı öylesine tırmanıyor ki, daha 1980 yılı sona ermeden, 550.000 kişinin ona emanet ettiği 2,5 milyar dolarlık bir meblağı kontrol ediyor.

Doğal olarak bu kitlesel dolandırıcılık sistemi bir yıl içinde, 1982'de batıyor.

Özal'ın sağladığı kredilere rağmen çareyi kaçmakta bulan Cevher Özden de önce Cenevre'ye, oradan Tunus'a sığınıyor.

 İktisat yazarı Arslan Başer Kafaoğlu, Özden'in kaçtığı sırada İsviçre'de "en azından 5 milyon İsviçre Frangı parası" olması gerektiğini hesap ediyor.

Bu arada, "halkın kumar oynayıp kaybettiğini" ilan eden Maliye Bakanı Kaya Erdem ile, 1982'de "Yılın Adamı" seçilen, Euromoney dergisinin "Türk Mucizesi" dediği Başbakan Yardımcısı Turgut Özal görevlerinden istifa ediyor.

Tunus'ta yakalanıp tutuklanan Cevher Özden ise bir süre cezaevinde kaldıktan sonra 37,5 yıl hapisle yargılandığı davasında suçsuz bulunuyor.

2008 yılında "işyerinde ağzına kurşun sıkarak intihar ediyor".

Ağzı bozuk olmasıyla tanınan Banker Kastelli, işini o zamanların en 'seçkin' genelevini işleten Lüks Nermin'e benzetiyordu:

"Ben aracıyım. Komisyon alıyorum. Zampara [yani bankalar] ile orospu [yani halk, tasarruf sahibi] birleşiyor. Ben parsayı topluyorum."

 

Kastelli Efsanesi ve Hayırseverlik

Kastelli onca okumuş insanı göz göre göre kandırmayı, o zamana kadar görülmemiş bir iletişim makinesini harekete geçirerek başarıyor.

Bunun bir kolu reklam, diğer kolu hayırseverlik.

Bir kere medyayı fethediyor.

Arslan Başer Kafaoğlu'na göre Kastelli'nin "ilkesi 'reklam, reklam, gene reklam'dı...

O reklama tapardı".

Cenevre'ye kaçarken bile, Cüneyt Arkın, Fikret Hakan gibi ünlü aktörlerden oluşan koro, televizyon reklamlarında sabah-akşam "ustam sen ne kurnazsın" şarkısını söylüyordu.

Boy boy reklamlarıyla gazeteleri neredeyse satın almıştı.

Her gün basında boy gösteriyor, bir saygınlık ve güvenilirlik kisvesine bürünüyordu.

Zaten Genel Koordinatörü, önceden Devlet Planlama Teşkilatı Finansman Dairesi Şefi olarak görev yapmış olan saygın bir bürokrattı: Yılmaz Karakoyunlu.

Ciddi iktisat dergileri yayınlıyor, iktisat fakültelerine kürsü kurması isteniyor, fahri doktora unvanları alıyordu.

Askerî ve sivil vakıflara büyük bağışlar yapıyor, düzenledikleri törenlere şeref konuğu olarak katılıyordu.

Kalburüstü herkes Kastelli'yle görünmeye can atıyordu.

 Meclis Başkanı Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak bile 001 plakalı resmî arabasıyla "eski dostunu" ziyarete geliyordu.

Kastelli, hayırseverliğin insanları yönlendirmede ne kadar etkin olabileceğinin farkına varmıştı.

Kastelli Şirketleri "toplumsal sorumluluğunu" şöyle tanımlıyordu:  "toplumu kendi içinde kaynaşmış ve geleceğe yönelik hedeflerde  ulusal bilinç etrafında birleşmiş olmak".

Kastelli kendisini bir insansever, bir sporsever ve sanatsever olarak tanıtmaya büyük çaba gösterdi.

Sürekli hayır kurumlarına, fakir-fukaraya bağışlar yapardı.

Sağlık felaketine uğrayanları himayesine alırdı.

O, şifa bekleyenler kadar "sporculara ve sanatçılara da kanat açmış bir iyilik perisiydi...

Fenerbahçe'ye Cevher de serveti de feda olsun" diyordu.

Cevher Özden'in nezdinde sanatın yeri ayrıydı.

Çünkü, kendi sözleriyle "duygusal bir adamdı" ve "şiir bile yazardı".

"Kastelli'nin sanata olan yakınlığının, sanatın kendi yaşamına etkisi ve yol göstericiliğinin aslında Gorki'den kaynaklandığını öğreniyoruz:

“ 'Dedim ya,' diyor Kastelli, 'Gorki'nin Ekmeğimi Kazanırken eserinin çok tesiri altında kalmışımdır.

Çok hareketli oluşum, geçinmek için ekmek parasının peşinde koşmam, kazandıkça kazanma hırsımı kamçıladı’."

Cevher Özden, Kastelli Kültür Sanat Vakfı'nı kurarak, sanatı bütün hayırseverlik etkinliklerinin üstüne koyuyordu.

Amaç, "sanatın her dalında uğraş veren Türk sanatçısına yeni olanaklar sağlanmasıydı".

Vakfın görevleri şöyle sıralanıyordu:  "çocuk tiyatrosu; plastik sanat sergileri; tiyatro-bale okulu; uluslararası festivallerin düzenlenmesi; ödüller dağıtımı; burs verme; amatör topluluklara maddi-manevi destek olma; özel tiyatrolara parasal yardımda bulunma."

Aziz Çalışlar 1980'lerin başında yayınladığı "Sanat Kimindir?" yazısına şöyle başlıyor :

"Ülkemizde sanatsal yaşamın bugünkü gelişmesi içinde yeni bir olguyla karşılaşıyoruz: Kastelli Kültür Sanat Vakfı'nın kurulmasıyla birlikte artık bankerliğin de sanat yaşamı içinde yer alması."

Gerçekten de, Kastelli'nin vakfını bir bir açılan banka galerileri izledi.

Arkadan, 1990'larda, kültürü ve sanatı şirketlerin himayesinde yönetmeye girişen büyük işletmeler geldi:

Özel vakıf üniversiteleri, vakıf müzeleri, vakıf festivalleri...

 

Hayırseverlerin Dünyası

Günümüzde hayırseverlik de artık küresel bir hadise.

O zaman, haliyle, dünyanın en zengin adamı Bill Gates aynı zamanda dünyanın en büyük hayırseveri de oluyor.

Eşiyle birlikte kurdukları Bill ve Melinda Gates Vakfı (BMGF), özellikle Afrika'da süregelen yoksulluk ve açlığın giderilmesiyle uğraşıyor, özellikle tarımın geliştirilmesine odaklanıyor, yeni iş alanları açıyor, eğitim programları geliştiriyor, salgın hastalıklarla mücadele ediyor, doğayı koruyor...

Yani bir anlamda Birleşmiş Milletleri hayırsever şirketlere mal ediyor.

Oysa, biri Britanya Parlamentosu olmak üzere, değişik kurumlar tarafından BMGF hakkında sürdürülen soruşturmalar, Vakfın hayırsever amaçlarını hiç de doğrulamıyor.

Örneğin, Küresel Adalet Şimdi grubunun hazırladığı rapor, Gates'in başlattığı "Yeşil Devrim"in doğal tohumlar yerine, genetik olarak geliştirilmiş patentli tohum kullanılmasını teşvik ederek beslenmenin bedelini giderek artırdığını ortaya koyuyor.

Öyle ki, Hint yazar Vandana Shiva, Gates Vakfı'nın "gelişen dünyada tarıma en büyük tehdit olduğunu" belirtiyor.

Rapor, sağlık alanında da, Vakfın uluslararası ilaç tekelleriyle işbirliği yaparak daha pahalı olan aşıları yaydığını kanıtlıyor.

Vakıf ayrıca sağlık alanında, eğitimde ve diğer alanlarda, geleneksel ve toplumsal hizmetleri parçalayarak, bu alanları şirketleştiriyor.

Ve bu şirketleri dijitalleşmeye ve Microsoft'a mecbur ediyor.

Patent uygulamasını her alana yayarak, yerel buluşların ve ucuz çözümlerin önüne geçiyor.

Küresel bir fikrî mülkiyet (intellectual property) imparatorluğu örgütlüyor.

Küresel Adalet örgütü sonunda, "her istediğinde dünya liderlerine erişebilen, zaten yüzlerce üniversiteyi, uluslararası örgütü, sivil toplum örgütünü ve medya organını finanse eden Bill Gates'in, uluslarası kalkınmada en etkili tek ses olduğunu" belirtiyor.

Küresel hayırseverliğin diğer güçlü ismi George Soros.

Dünyanın en büyük para spekülatörü.

Soros, Bill Gates'ten daha cüretkâr; jeopolitikle ilgileniyor.

Ne kadar hayırsever olduğunu anlatan bir biyografisi var:

Daha İyi Bir Dünyayı Satın Almak: George Soros ve Milyarlık Hayırseverlik.

Bu kitap, neoliberal açık toplumlara dönüştürülmek üzere 1990'larda "etnik temizlik" savaşlarına sürüklenen Balkanlar'ın parçalanmasında Soros'un ne kadar payı olduğunu anlatıyor.

Soros bu işlerde etkin bir iletişim gücü olarak sanatı da devreye sokuyor.

Balkanlar'da birçok Soros Çağdaş Sanat Merkezi kuruyor.

İstanbul'daki Depo ve Salt gibi birçoklarını da fonluyor.

1989-91 yıllarında ABD'nin Türkiye büyükelçiliğini de yürüten Amerikan istihbaratının yöneticilerinden Morton Abromowitz, gururla, Soros'un, "kendi dış politikasına sahip olan yegâne yurttaş" olduğunu söylemiştir.

Yani o, dünya kadar insanın sonuna kadar yoksullaştırılmasıyla kazandığı inanılmaz servetiyle istediği dünyayı satın alabilir, bu uğurda kan dökebilir.

Nihayet amacı hayır işlemektir!


  KABARENİN DOĞUŞU   Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren gelişen Alman kabaresi Berlin mitolojisinde özgün ve tanımlanması zor bir rol oy...