İLK SANAT HAYIRSEVERİ: BANKER KASTELLİ
Bilindiği gibi, şirketlerin kültürü ve toplumsal
hayatı özelleştirme girişimleri "hayırseverlik" (philantrophy) olarak
da tanımlanıyor.
Hayırseverlik, eğitim, sanat, sağlık, spor gibi
alanlar kadar, toplumsal hayatın örgütlenmesini de kapsıyor.
Örneğin toplumsal cinsiyetle, kadınlar ve çocuklarla
ilgili konuları da kapsıyor.
Zaten hayırseverlik girişimlerinin bir adı da
"toplumsal sorumluluk" projeleri.
Sanki toplum, kendi varlığıyla ilgili sorunları
şirketlere devretmiş.
Öyle ki, ABD seçmenlerinin %47'si toplumsal sorunların
çözümünde şirketlerin öncelikli olduğunu kabul ediyor.
Kendi iş başına getirdikleri siyasal yönetimi tercih
edenlerin oranı ise %32.
Kamusal hayatı baştan aşağıya kuşatmaya başlayan bu
'diğerkâmlık', 'fedakârlık' ağı giderek öylesine gelişiyor ki, sanki
şirketler hayır işlemese toplum iflas edecek.
O nedenle neoliberalizmin inşasıyla başlayan zamanımız
kapitalizminin tanımlarından biri de "filantrofik kapitalizm",
"hayırseverlik kapitalizmi".
Türkiye'nin ilk namlı hayırseveri, Banker Kastelli.
Kastelli'nin "sanata sahip çıkma" girişimini, 1970'ler ve '80'lerde,
felsefe, estetik ve tiyatro alanlarındaki yayınlarıyla tanıdığımız Aziz
Çalışlar'ın "Sanat Kimindir?" yazısından öğreniyoruz.
Ama önce onun parayla yarattığı büyük mucizeyi bir
hatırlamalıyız.
Bankerliğin Sihri ve Kastelli
24 Ocak 1980, Türkiye'de neoliberalizme geçişin
miladıdır.
O tarihte başbakan olan Süleyman Demirel'in müsteşarı
Turgut Özal tarafından hazırlanan "24 Ocak Kararları", bir an önce,
küreselleşmeye, monetarizme, finansallaşmaya, özelleştirmeye geçilmesini
emreder ve bunun için de sermaye
egemenliğinin sınırsızlaştırılmasını şart koşar.
"24 Ocak Kararları"nın uygulamaya konduğu
rejim, aydınların, üniversitelerin, sendikaların ve diğer demokratik örgütlerin
şiddetle sindirildiği, çalışanların yoksullaştırılarak haklarının gasp edildiği
12 Eylül 1980 darbe rejimidir.
Dönemin resmî kültür politikası "Türk-İslam
sentezi"dir.
12 Eylül ertesinde "emir-komuta zinciri"
içerisinde uygulamaya konan "serbest para politikası"nın ilk
spektaküler ürünlerinden biri, bankerler.
Kısa vadeli, yüksek faizli menkul değerler alıp
satan bankerler, yılda %130'lara kadar çıkan faizler sayesinde öyle bir tutuyor
ki sayıları birden 1000’e tırmanıyor.
Özellikle Ankara'da, orta sınıf halk, elde
avuçta ne varsa bu bankerlere yatırıp, aylık yüksek faiz kapmak için
banker bürolarının önünde kuyruklara giriyor.
Banker furyasının kralı, Cevher Özden: Banker
Kastelli.
Önde gelen on bankayla işbirliği içinde yüksek faizli
tahvil ve mevduat sertifikası alıp satıyor.
Mevduat sertifikası, "kara parayı ak paraya
çevirmek için" o zamanki bankacılık sisteminin "icat etmiş
olduğu bir araç".
O dönemdeki 38 bankanın 31'i bankerler aracılığıyla
mevduat sertifikası pazarlıyor.
Bu ortamda Kastelli'nin gücü ve varlığı öylesine
tırmanıyor ki, daha 1980 yılı sona ermeden, 550.000 kişinin ona emanet
ettiği 2,5 milyar dolarlık bir meblağı kontrol ediyor.
Doğal olarak bu kitlesel dolandırıcılık sistemi bir
yıl içinde, 1982'de batıyor.
Özal'ın sağladığı kredilere rağmen çareyi kaçmakta
bulan Cevher Özden de önce Cenevre'ye, oradan Tunus'a sığınıyor.
İktisat yazarı Arslan Başer Kafaoğlu, Özden'in
kaçtığı sırada İsviçre'de "en azından 5 milyon İsviçre Frangı
parası" olması gerektiğini hesap ediyor.
Bu arada, "halkın kumar oynayıp
kaybettiğini" ilan eden Maliye Bakanı Kaya Erdem ile, 1982'de
"Yılın Adamı" seçilen, Euromoney dergisinin "Türk
Mucizesi" dediği Başbakan Yardımcısı Turgut Özal görevlerinden istifa
ediyor.
Tunus'ta yakalanıp tutuklanan Cevher Özden ise bir
süre cezaevinde kaldıktan sonra 37,5 yıl hapisle yargılandığı davasında suçsuz
bulunuyor.
2008 yılında "işyerinde ağzına kurşun sıkarak
intihar ediyor".
Ağzı bozuk olmasıyla tanınan Banker Kastelli, işini o
zamanların en 'seçkin' genelevini işleten Lüks Nermin'e benzetiyordu:
"Ben aracıyım. Komisyon alıyorum. Zampara [yani
bankalar] ile orospu [yani halk, tasarruf sahibi] birleşiyor. Ben parsayı
topluyorum."
Kastelli Efsanesi ve Hayırseverlik
Kastelli onca okumuş insanı göz göre göre kandırmayı,
o zamana kadar görülmemiş bir iletişim makinesini harekete geçirerek
başarıyor.
Bunun bir kolu reklam, diğer kolu hayırseverlik.
Bir kere medyayı fethediyor.
Arslan Başer Kafaoğlu'na göre Kastelli'nin
"ilkesi 'reklam, reklam, gene reklam'dı...
O reklama tapardı".
Cenevre'ye kaçarken bile, Cüneyt Arkın, Fikret Hakan
gibi ünlü aktörlerden oluşan koro, televizyon reklamlarında sabah-akşam
"ustam sen ne kurnazsın" şarkısını söylüyordu.
Boy boy reklamlarıyla gazeteleri neredeyse satın
almıştı.
Her gün basında boy gösteriyor, bir saygınlık ve
güvenilirlik kisvesine bürünüyordu.
Zaten Genel Koordinatörü, önceden Devlet Planlama
Teşkilatı Finansman Dairesi Şefi olarak görev yapmış olan saygın bir
bürokrattı: Yılmaz Karakoyunlu.
Ciddi iktisat dergileri yayınlıyor, iktisat
fakültelerine kürsü kurması isteniyor, fahri doktora unvanları alıyordu.
Askerî ve sivil vakıflara büyük bağışlar yapıyor,
düzenledikleri törenlere şeref konuğu olarak katılıyordu.
Kalburüstü herkes Kastelli'yle görünmeye can atıyordu.
Meclis Başkanı Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak bile
001 plakalı resmî arabasıyla "eski dostunu" ziyarete geliyordu.
Kastelli, hayırseverliğin insanları yönlendirmede ne
kadar etkin olabileceğinin farkına varmıştı.
Kastelli Şirketleri "toplumsal
sorumluluğunu" şöyle tanımlıyordu: "toplumu kendi içinde
kaynaşmış ve geleceğe yönelik hedeflerde ulusal bilinç etrafında
birleşmiş olmak".
Kastelli kendisini bir insansever, bir sporsever ve
sanatsever olarak tanıtmaya büyük çaba gösterdi.
Sürekli hayır kurumlarına, fakir-fukaraya bağışlar
yapardı.
Sağlık felaketine uğrayanları himayesine alırdı.
O, şifa bekleyenler kadar "sporculara ve sanatçılara
da kanat açmış bir iyilik perisiydi...
Fenerbahçe'ye Cevher de serveti de feda olsun"
diyordu.
Cevher Özden'in nezdinde sanatın yeri ayrıydı.
Çünkü, kendi sözleriyle "duygusal bir
adamdı" ve "şiir bile yazardı".
"Kastelli'nin sanata olan yakınlığının, sanatın
kendi yaşamına etkisi ve yol göstericiliğinin aslında Gorki'den
kaynaklandığını öğreniyoruz:
“ 'Dedim ya,' diyor Kastelli, 'Gorki'nin Ekmeğimi
Kazanırken eserinin çok tesiri altında kalmışımdır.
Çok hareketli oluşum, geçinmek için ekmek parasının
peşinde koşmam, kazandıkça kazanma hırsımı kamçıladı’."
Cevher Özden, Kastelli Kültür Sanat Vakfı'nı
kurarak, sanatı bütün hayırseverlik etkinliklerinin üstüne koyuyordu.
Amaç, "sanatın her dalında uğraş veren Türk
sanatçısına yeni olanaklar sağlanmasıydı".
Vakfın görevleri şöyle sıralanıyordu: "çocuk
tiyatrosu; plastik sanat sergileri; tiyatro-bale okulu; uluslararası
festivallerin düzenlenmesi; ödüller dağıtımı; burs verme; amatör topluluklara
maddi-manevi destek olma; özel tiyatrolara parasal yardımda bulunma."
Aziz Çalışlar 1980'lerin başında yayınladığı
"Sanat Kimindir?" yazısına şöyle başlıyor :
"Ülkemizde sanatsal yaşamın bugünkü gelişmesi
içinde yeni bir olguyla karşılaşıyoruz: Kastelli Kültür Sanat Vakfı'nın
kurulmasıyla birlikte artık bankerliğin de sanat yaşamı içinde yer
alması."
Gerçekten de, Kastelli'nin vakfını bir bir açılan
banka galerileri izledi.
Arkadan, 1990'larda, kültürü ve sanatı şirketlerin
himayesinde yönetmeye girişen büyük işletmeler geldi:
Özel vakıf üniversiteleri, vakıf müzeleri, vakıf
festivalleri...
Hayırseverlerin Dünyası
Günümüzde hayırseverlik de artık küresel bir hadise.
O zaman, haliyle, dünyanın en zengin adamı Bill
Gates aynı zamanda dünyanın en büyük hayırseveri de oluyor.
Eşiyle birlikte kurdukları Bill ve Melinda Gates Vakfı
(BMGF), özellikle Afrika'da süregelen yoksulluk ve açlığın giderilmesiyle
uğraşıyor, özellikle tarımın geliştirilmesine odaklanıyor, yeni iş
alanları açıyor, eğitim programları geliştiriyor, salgın hastalıklarla
mücadele ediyor, doğayı koruyor...
Yani bir anlamda Birleşmiş Milletleri hayırsever
şirketlere mal ediyor.
Oysa, biri Britanya Parlamentosu olmak üzere, değişik
kurumlar tarafından BMGF hakkında sürdürülen soruşturmalar, Vakfın
hayırsever amaçlarını hiç de doğrulamıyor.
Örneğin, Küresel Adalet Şimdi grubunun hazırladığı
rapor, Gates'in başlattığı "Yeşil Devrim"in doğal tohumlar
yerine, genetik olarak geliştirilmiş patentli tohum kullanılmasını teşvik
ederek beslenmenin bedelini giderek artırdığını ortaya koyuyor.
Öyle ki, Hint yazar Vandana Shiva, Gates Vakfı'nın
"gelişen dünyada tarıma en büyük tehdit olduğunu" belirtiyor.
Rapor, sağlık alanında da, Vakfın uluslararası ilaç
tekelleriyle işbirliği yaparak daha pahalı olan aşıları yaydığını
kanıtlıyor.
Vakıf ayrıca sağlık alanında, eğitimde ve diğer
alanlarda, geleneksel ve toplumsal hizmetleri parçalayarak, bu alanları
şirketleştiriyor.
Ve bu şirketleri dijitalleşmeye ve Microsoft'a mecbur
ediyor.
Patent uygulamasını her alana yayarak, yerel
buluşların ve ucuz çözümlerin önüne geçiyor.
Küresel bir fikrî mülkiyet (intellectual property)
imparatorluğu örgütlüyor.
Küresel Adalet örgütü sonunda, "her istediğinde
dünya liderlerine erişebilen, zaten yüzlerce üniversiteyi, uluslararası
örgütü, sivil toplum örgütünü ve medya organını finanse eden Bill Gates'in,
uluslarası kalkınmada en etkili tek ses olduğunu" belirtiyor.
Küresel hayırseverliğin diğer güçlü ismi George Soros.
Dünyanın en büyük para spekülatörü.
Soros, Bill Gates'ten daha cüretkâr; jeopolitikle
ilgileniyor.
Ne kadar hayırsever olduğunu anlatan bir biyografisi
var:
Daha İyi Bir Dünyayı Satın Almak: George Soros ve
Milyarlık Hayırseverlik.
Bu kitap, neoliberal açık toplumlara dönüştürülmek
üzere 1990'larda "etnik temizlik" savaşlarına sürüklenen
Balkanlar'ın parçalanmasında Soros'un ne kadar payı olduğunu anlatıyor.
Soros bu işlerde etkin bir iletişim gücü olarak sanatı
da devreye sokuyor.
Balkanlar'da birçok Soros Çağdaş Sanat Merkezi
kuruyor.
İstanbul'daki Depo ve Salt gibi birçoklarını da
fonluyor.
1989-91 yıllarında ABD'nin Türkiye büyükelçiliğini de
yürüten Amerikan istihbaratının yöneticilerinden Morton Abromowitz,
gururla, Soros'un, "kendi dış politikasına sahip olan yegâne yurttaş"
olduğunu söylemiştir.
Yani o, dünya kadar insanın sonuna kadar
yoksullaştırılmasıyla kazandığı inanılmaz servetiyle istediği dünyayı
satın alabilir, bu uğurda kan dökebilir.
Nihayet amacı hayır işlemektir!