DADANIN HAKİKATİ - 3
‘Düzene Dönüş’ ve Makine Estetiği
Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen
yıllarda, Avrupa sanatında giderek şiddetlenen bir muhafazakârlaşma
yaşanmaya başlamıştır.
Bu muhafazakârlaşmanın amacı ‘düzene
dönüş’tür; rappel à l’ordre, veya retour à l’ordre. ‘Düzene
dönüş’ ile kastedilen, 19. yüzyılda, sanatın tarihine meydan okuyan
sorgulamaların önünün kesilerek, geleneğin, klasizmin, realizmin; en
nihayetinde antik Yunan estetiğinin, dolayısıyla geometrinin restore
edilmesidir.
Buna koşut olarak, Kant’la ve romantik
filozoflarla başlayarak yükselen özerklik mücadelesinin terk edilerek,
çağa damgasını vuran endüstrinin, makinelerin, mühendisliğin sanat üzerindeki
egemenliğinin tanınmasıdır.
Başta muhafazakâr bir estetik rejim gibi
yorumlanan ‘düzene dönüş’, İkinci Savaş’a doğru giderek otoriterleşen
iktidarların milliyetçi, vatansever, romantizm düşmanı kültür
politikalarıyla birleşerek hegemonik bir ideolojiye dönüşmüştür.
Bu ideolojiye direnebilen yegâne
hareket Dada olmuştur.
Dadacılar Büyük Savaş’ta yaşanan
katliamdan makineleri de sorumlu tutuyorlardı.
Ball, 1915’te günlüğüne savaşın vahim bir
hataya dayandığını yazıyordu: “İnsanı makine yerine koymak yanılgısına
düşüldü.
İnsanlar değil, makineler yok edilmeli”.
Ona göre “makine, düzenli çalışan ve
hayatı taklit eden ölümdür”.
Bu yüzden dadacılar, “makineler tarafından ahlaksızca
istismar edilmemek için savaşacaklardır”.
Dadacılar, çağlarının başat fenomeni olan
makineyle çok uğraşmışlardır.
Grosz’un, Heartfield’ın, Hausmann’ın,
Picabia’nın işleri makine fragmanlarıyla doludur.
Makineyi dillerinden de düşürmezler.
Grosz ve Heartfield’ın Birinci
Enternasyonal Dada Fuarı’nda önünde poz verdikleri pankart ünlüdür: “Sanat
öldü. Yaşasın Tatlin’in Yeni Makine Sanatı!”
Yalnız çoğu kez ‘makine’ bir ironi ve
metafor türetme aracıdır.
Alfred
Jarry’nin Süpererkek kitabında lokomotifle yarışan, biteviye sevişen
ve sonunda bir dinamoyla birleşerek onu kendine âşık eden makine-insanı gibi.
Grosz, Heartfield ve diğerleri, montajlarıyla
uğraşırlarken kendilerini “mühendis olarak” görürler.
Neden? Çünkü onlar “sanatçı rolü”
oynamaktan nefret ediyorlardı; işleri “inşa etmekti, ‘monte’ etmekti.”
Grindon’un terimleriyle, onlar
“antikapitalist makineler” inşa eden “tersine-mühendislerdir”.
Dadacıların makine ironileri ve mekanik
metaforları, Félix Guattari ve Gilles Deleuze’ün ‘makine’ kavramlarını
hatırlatır.
Onların felsefesinde ‘makine’,
birbirleriyle uyumsuz olan fragmanlar arasındaki ilişki silsileleridir,
akımlardır (flux).
Makineler tüm hayatı kapsar.
Örneğin, “sütün yanı sıra havanın ve sesin
de akışını açıp kapayan ağız makinesi; idrarın ve spermlerin akışını açıp
kapayan penis makinesi...”; “dış dünyayla ilişki kurma”ya yarayan düş
makinesi.
Nihayetinde bütün hayat ve sanat, insan ve
toplum onların bünyesindeki akımları/akışları açıp kapayan; aralarındaki
ilişkileri ve bağlantıları düzenleyen makineler olarak düşünülebilir.
Guattari ve Deleuze, ‘makine’yi
kavramlaştırırken sanata da başvururlar.
Schwitters’in Merzbau mimarlığı
onların deyimiyle bir “ev-makinesidir”.
Bu ev-makinesi, Le Corbusier’nin “ikamet
makinesi” olarak nitelediği eve benzemez; “sonunda kendi kendini yok eder [...]
ve yapılmasıyla yıkımının başlaması birbirinden ayrılamaz”.
Tıpkı Tinguely’nin kendi kendini yok eden
makineleri, Duchamp’ın kayıp enerjileri ve gerilimleri salıveren
Transformatör Projesi, Stankiewicz’in Çöp Sanatı gibi.
Bu örneklere, Raoul Hausmann’ın savaş
makinesi generallerini, Ernst’in “kendi kendisini inşa eden makineciklerini”,
Picabia’nın buji biçimindeki “Çıplak Halde Bir Amerikalı Genç Kızın Portresi”ni
ve gene Duchamp’ın “çikolata öğütücüsü” seks makinesini ekleyebiliriz.
1920’lerde, hareketi belirleyen felsefenin
ve siyasetin aşınmasıyla birlikte, Dada da çözülmeye ve ‘düzene dönüş’
estetiğinin etkisine girmeye başlar.
Bu önce, De Stijl ile konstrüktivistler ve
Dada-Merz arasında Almanya ve Hollanda’daki ortak çalışmalarda, özellikle de
dergilerde baş gösterir.
Theo van Doesburg’un kurucusu
olduğu De Stijl dergisinde 1922 yılında yayınlanan “Elementarist
Bir Sanata Çağrı” manifestosunun imzacıları arasında hem Arp ve Hausmann
gibi çekirdek dadacılar, hem de Moholy-Nagy gibi konstrüktivistler vardır.
Manifesto, sanatı geometri üzerine
inşa eder; küre-koni-küp, daire-üçgen-kare gibi elementer formlara
dayandırır.
Sanatı aşkın bir form, bir stil olarak
tasavvur eder.
Van Doesburg, bu ilkelerini yaymak
için De Stijl dışında bir de ‘dadaist’ dergi yayınlamaya
başlar: Mécano.
1923 yılında, dadacı arkadaşlarıyla
birlikte çıktığı Hollanda Dada Turu’ndan sonra Schwitters’in yayınlamaya
başlayacağı Merz dergisi de Dada ile De Stijl ve konstrüktivizm
arasındaki ittifakın ürünüdür; Dada kurucusu Hans Richter’in Berlin’de
yayınlamaya başlayacağı G dergisi de.
İttifak, daha yeni, 1919’da kurulan
ve mimarlıkla endüstriyel ve grafik tasarıma odaklanan Bauhaus’u da içine
alır.
Bu olay, sanatla sanayi kadar, sanatla
tasarımın da özdeşleştirilmeye başladığına işaret eder.
Dergileri kongreler izler.
Her ikisi de 1922’de düzenlenen,
Düsseldorf’daki Uluslararası İlerici Sanatçılar Birliği Kongresi ve Weimar’daki
Konstrüktivistler ve Dadaistler Kongresi.
Her ne kadar bu işbirliği etkinliklerinin
“bakir Dada mikrobunu” öteki hareketlere bulaştıracağı söylense de,
sonunda kaybeden Dada olmuştur.
Tam da karşısında durduğu konformist
estetik ideolojilere mal edilerek, özgür ve özerk ruhunu feda etmiş,
onlarla birlikte ‘düzene dönmüştür’.
Dada Tarihleri: Sapmalar
Müesses sanat tarihleri genellikle Dada’yı,
bütün modernizmi tasnif ettikleri sanat ve edebiyat okullarından,
akımlardan, avangardlardan biriymiş gibi ele alırlar.
Dolayısıyla Dada olayını, onun yıkmak üzere ortaya
çıktığı bir anlatı, bir disiplin içine hapsederler.
Bu anlamda Alfred Barr’ın 1936’da New York’ta
düzenlediği Fantastic Art, Dada, Surrealism sergisi, doktriner
bir mahiyet taşır.
Serginin tezi, Dada’nın, Arcimboldo, Bosch, Dürer gibi
sanatçıların temsil ettiği fantastik sanatın bir türevi olduğu yolundadır.
Barr, ilk modern sanat müzesi sayılan New York Modern
Sanat Müzesi MoMA’nın kurucu küratörüdür.
Fantastic Art, Dada, Surrealism ile aynı yıl
açtığı Cubism and Abstract Art (Kübizm ve Soyut Sanat) sergisinin ve
kataloğunun kapağında yer alan ünlü diyagramın gösterdiği gibi, modernizmi
dedüksiyona dayalı bir mantık şemasına indirger.
Bu şemanın tarih yazımında gayet baskın etkileri
olmuştur.
MoMA’yı gezerken bugün bile bizi hâlâ bu şema
yönlendirir.
Sanat tarihini –Barr’ınki gibi– sonunda formların
başka formları koşullandırdığı rasyonel bir dizge olarak kavrayanların çoğu,
Dada’yı 19. yüzyıl Alman felsefesindeki ve 20. yüzyıl başı Alman devrimci
hareketlerindeki köklerinden yalıtırlar.
Hatta Dada’nın doğuşunu New York’a aktararak, Duchamp
ve Picabia’nın Birinci Dünya Savaşı sırasında New York’taki buluşlarından
bir ‘proto-Dada’ ya da ‘pre-Dada’, bir ‘ön-Dada’ icat ederler.
Popüler Dada tarihlerindeki bir üçüncü sapma da,
Tristan Tzara’nın rolünün ve Paris Dada döneminin abartılmasıdır.
Tristan Tzara Meselesi
Zürih’e Bükreş’ten gelen şair Tristan
Tzara, Dada’yı doğuran Kabare Voltaire’e tam ilk gösteri başlayacağı
sırada katılıyor.
Ve ta baştan bir çatışma kaynağı oluşturuyor.
Tzara, Dada’nın köklerindeki
düşünsel ve siyasi birikime yabancı.
Onu güdüleyen, avangard sanat âleminde
parlama; giderek farklı avangard hizipleri kendi önderliğinde birleştirme
arzusu.
Bu yüzden, görüşlerinde ve davranışlarında
Kabare’yi kuranlar gibi ilkeli değil, pragmatik; dışardakilere karşı gayet
esnek ve açık.
Dada’nın cevherinden çok, propagandasına,
markalandırılmasına önem veriyor.
Huelsenbeck, Bir Dadaizm Tarihi’nde
(1920) onu şöyle anıyor: Tristan Tzara uluslararası sanat çevrelerinde
aşık atmak, hatta bir hareketin ‘önderi’ olarak kabul görmek sevdasıyla
yanıp tutuşuyordu.
İhtiras doluydu ve yerinde duramıyordu
[...] Dada sözcüğünün akıl çelen gücünü
ilk fark edenlerdendi.
Bu noktadan sonra [...] bu sözcüğün
peygamberi olarak hiç yılmadan çalıştı.
Paketledi, yapıştırdı, adresledi,
Fransızlarla İtalyanları mektuplara boğdu; yavaş yavaş kendisini ‘odak
noktası’ haline getirdi”.
Tzara’nın dayatmaları Dada’nın
kurucularını bezdiriyor.
Kabare’nin kurulmasından birkaç ay sonra
ilkin Hugo Ball ayrılıyor.
Oysa ‘Dada’ adının mucidi de oydu, ilk
manifestosunun yazarı da.
Sonradan her ikisini de kendine mal etmeye
çalışan Tzara değil.
Bir süre sonra Huelsenbeck de Zürih’ten
ayrılarak Berlin’e dönüyor.
Grosz, Heartfield, Herzfelde, Hausmann,
Baader ve Höch’le birlikte Berlin Dada’yı örgütlüyor ve 1918 Alman
Devrimi’ne katılıyor.
Ball ise Bern’de, Ernst Bloch ve Walter
Benjamin’le buluşuyor; aynı gazeteye yazıyorlar.
Tzara ise Zürih’te kalıyor ve
Huelsenbeck’in söylediği gibi, sonunda “hasretini çektiği liderliği” ele
geçiriyor.
Tzara 1920 başında Zürih’ten Paris’e
taşınırken yalnızdır.
Bir tek Picabia vardır yanında.
Paris’te onun evine yerleşir.
Baştan kübist bir ressam olan Picabia,
1913-15 yıllarında Paris’ten New York’a seyahat eder.
Orada, Alfred Stieglitz gibi tek tük
deneysel sanatçıyla ahbap olur.
Sonra New York’tan Barselona’ya taşınır ve
bir ara, Tzara’nın ısrarıyla Zürih’i de ziyaret ederek Dada’yla tanışır.
O da, Tzara gibi, 1917’den başlayarak
yayınladığı 391 dergisiyle enternasyonal bir sanat platformunu
yönetme peşindedir ve son derecede hırslıdır.
Öyle ki, Paris’te Tzara’yla buluşmasının
hemen ardından hareketin tarihine sahip çıkar.
Ona göre, “Dada ruhu”, 1915’te, New
York’ta onun ve Marcel Duchamp’ın yaptığı işlerden doğmuştur.
Açık açık, “Dadaizm Marcel Duchamp ve
Francis Picabia tarafından icat edildi” diye yazar.
Oysa, Duchamp ısrarla, o sıralarda
Dada’dan habersiz olduğunu açıklamaktadır.
Dada’nın Alman köklerini Amerikanlaştıran
‘proto-Dada’, ‘pre-Dada’ safsataları, Picabia’nın bu asılsız iddialarına
dayanır.
MoMA da bu iddiaları resmîleştirir.
Tzara Paris’e göçtüğünde, ilerde
sürrealizmi kuracak olan André Breton ile arkadaşları tarafından heyecanla
karşılandı.
Ancak bu heyecan çok kısa sürdü.
Ve Tzara, Picabia, Breton ittifakı,
başlamasıyla birlikte sona erdi.
Yalnızca sanata saldıran, eksantrik,
egzotik gösterilerden ibaret, skandal yaratmaya ve medyaya dönük
Paris’teki Dada suareleri, kendi parodilerine dönüştü.
Tzara’nın itiraf ettiği gibi, bunlar artık
birer “maskaralık”tı.
Huelsenbeck’e göre Dada Paris’teki
gösterilerinde devrimciliği terk etmiş ve başka sanatsal hareketlerle
rekabete girişmişti.
Nitekim ilk gösteri bile büyük hayal
kırıklığı yarattı.
Sonraki tekrarlar ise herkesi usandırdı.
Büyük iddialarla düzenledikleri 1920 Dada
Festivali ve 1921 Azametli Dada Sezonu fiyaskoyla sonuçlandı.
Paris Dada’yı kustu.
Zaten 1919’da, psişik otomatizmle ilk
deneme sayılan “Manyetik Alanlar”ın yazılmasıyla başlayan sürrealizmin Tzara’dan
öğreneceği pek bir şey yoktu.
Arkasında, Lautréamont, Baudelaire, Jarry,
Rimbaud, Mallarmé gibi sanatçı ve edebiyatçılardan devraldığı muhteşem bir
birikim vardı.
Paris Dada’nın dağılma süreci gayet
düşmanca polemiklere yol açtı.
Breton’a göre Tzara baştan beri bir
sahtekârdı.
Ne Dada sözcüğüyle, ne de ilk Dada
manifestosuyla ilgisi vardı.
“Bereket versin artık Dada bir mesele
değil; 1921 Mayıs’ında gerçekleşen cenazesinde arbede çıkmadı [...]
Beaux-Arts öğrencileri tarafından,
temsilen Seine Nehri’nde boğuldu.
Her ne kadar Dada bir dönem nam salmış
olsa da, ardından yeise kapılan doğrusu pek azdı; sultası ve zorbalığı
uzun vadede tahammül edilmez olmuştu.”
Breton’un indinde, Picabia’nın da
Tzara’dan pek farkı yoktu.
O da bir “dalavereciydi”, “kişiliğine
derin bir nefret ve vesvese” sirayet etmişti.
“Her şeyle bağlarını koparmış olduğu
sanılabilecek bu adam, kendi kör hırsına aitti.
Picasso’nun kazandığı şan şöhret, uzunca
bir süre uykularını kaçırmıştı.”
Tzara ise bu reddiyelerin ardından şunları
yazıyordu: “Dada’nın bir başka özelliği, dostlarımızın sürekli ayrılıyor
olmaları.
Hiç durmadan ilişkilerini kesiyorlar ve
çekiliyorlar.
Dada hareketine ilk istifasını
sunan, ben kendimdim.
Herkes biliyor, Dada hiçbir şey
değildir.
Hiçbir şeyin ima ettiklerini kavrar
kavramaz Dada’dan ve kendi kendimden istifa ettim.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder