DAVA SANATI - 2
Toplumsal Sanat
Sanat-siyaset birliği, şiirselleştirilmiş bir toplum
yaratma davası, estetik bir söylem olmaktan taşarak devrimci hareketleri
de etkiler.
19. yüzyılın sosyalist ütopyaları, davalarının
gerçekleştirilmesine sanatın öncülük edeceğine inanırlar.
Bir askerlik terimi olan "avangard"ı
siyasete uyarlayan Saint-Simon'a göre, sanatçı avangarddır çünkü
"kolektif hissiyatı", maneviyatı ve ruhiyatı yoğuran odur.
Bu nedenle Saint-Simon (1760-1825), sanatı siyaset
yapmanın aracı olarak görür.
Onunki bir dava sanatıdır, toplumsal sanattır,
güzellikle ilgilenmez.
Sanatın özerkliğine tamamıyla karşıdır.
Oysa Charles Fourier'nin ütopyasındaki, duyguların,
hazların ve arzuların sınırsızlığına dayanan armoni, bizatihi estetik bir
hadisedir.
Çünkü armoni demek güzellik demektir, güzellik
ise özgürlüktür.
Fourier'den etkilenen, sanat ve siyasetin bir
olduğu, özerklikten kaynaklanan arayışlar, Paris'in barikat savaşlarını da
etkiler.
1968 Devrimi'ne kadar.
Bu olayların ilki, 1871 Paris Komünü'dür.
Sanat tarihlerinde, sanatın siyasete tırmanmasının
kahramanı olarak hep Courbet anılır.
Bu nedenle de, kimi tarihçilerin gözünde modernist
resmin öncüsü, genellikle kabul edildiği gibi Manet değil, Courbet'dir.
Komün günlerinde, Paris'te Napolyon'un Austerlitz
Savaşı zaferine adanan Vendome Sütunu'nun yıkılmasına ön ayak olan odur.
Aynı zamanda Komün'e bağlı Sanatçılar Federasyonu'nun
başkanıdır.
Bu federasyon, Fourier'nin hazza dayalı
toplumundaki "ortak lüks" programını uygulamaya girişir.
"Ortak lüks, en geniş haliyle, bütün toplumun
estetik koordinatlarının dönüştürülmesi" anlamına gelir.
Herkesin "kelimeler ve imgelerle oynama"
özgürlüğünü ifade eder.
"Güzelliğin sadece özel hayat alanlarında değil
müşterek alanlarda da serpilmesini" öngörür.
Federasyon, bir yandan, akademi, müze gibi bütün sanat
kuruluşlarının yönetimini sanatçılara bırakırken, diğer yandan da herkesin
sanatçı olduğunu ilan eder.
Sanatın İktidarı
Sanatçıların, sanatın iktidarını ele geçirdiği en
büyük olay, kuşkusuz 1917 Devrimi'dir.
Üstelik o sanatçılar, sanata karşıdırlar; müzeleri ve
akademileri yıkma peşindedirler.
Ama formların kudretine adeta taparlar.
Kızıl bir morfoloji geliştiren Maleviç ve Lissitzki
gibi süprematistlerin formların kudretine karşı güvenleri öylesine güçlüydü ki,
neredeyse Siyah Kare'nin yeni bir dünyayı kurabileceğine
inanıyorlardı.
Onların bu özerklik tapıncı karşısında, Tatlin ve
Rodçenko'nun önderleri olduğu konstrüktivistler, sanatla üretimi
özdeşleştiriyordu.
Rodçenko sesleniyordu: "Sanata ölüm! Yaşasın
üretim!" Konstrüktivistler, sanatçıların "malzeme, madde
ve materyaller" üzerinde kuracağı denetim sayesinde (tektonika), "maddi
strüktürlerin komünist ifadesini" yaratabileceklerine inanıyorladı.
Yani toplumsal dönüşüm umudu, gene 'kızıl' formlara
dayanıyordu.
Rodçenko, Lissitzki, Mayakovski gibi
konstrüktivistlerin propaganda- ajitasyon sanatında bir çığır açtıklarını
da buraya eklemek gerekir.
Formalizm
Sanatın özerkleşmesiyle birlikte formların erk
kazanması, bir cephede formları "kızıllaştırırken", diğer
cephede onları tamamıyla siyasetten arındıran bir estetizme yol açar.
Bu cephe sanat tarihidir.
"Sanat sanat içindir" şiarı, formların
formları izlediği yepyeni bir tarih ve estetik ortaya çıkarmıştır.
20. yüzyılın müesses tarih kavrayışını ve müzecilik
disiplinini belirleyecek olan bu formalist tarih, o zamana kadar etkin
olan Winckelman ve Hegel tarihlerinden başkadır.
Çünkü onlar gibi, sanatın ait olduğu kültüre ve
topluma işaret ettiği bir tarih değildir.
Temsillerinden özerkleşmiş, kendi formlarına ve
malzemelerine kapanmıştır.
Örneğin, formalist tarihin kurucularından Wölfflin,
1915 yılında yayınladığı Sanatın İlkeleri kitabında,
sanatın gelişmesini formlara özgü karşıt kavram çiftleriyle çözümler:
kapalı/açık, çokluk/birlik, mutlak/göreli, çizgisel/resimsel,
yüzey/derinlik...
Diğer kurucu, Alois Riegl de (1858-1905) Wölfflin
gibi, formlardan türeyen kimi kavram çiftlerinden oluşan analitik bir
repertuar geliştirir: görsel/dokunsal, içsel/dışsal...
Formalist tarihlerde, formlar kendi içlerinde
birbirlerini anlamlandıran ve kendilerine özgü tarihler kuran evrensel ve
özerk bir sistem oluşturur.
Çizgiler, noktalar, renkler, yüzeyler, dokular ve
benzeri estetik göstergeler bir dil üretir.
Bu dil stildir.
Oscar Wilde "stil yoksa sanat da yoktur"
der.
Sanatçı sanatını icra ederken aslında bir stili
(formlar sistemini) gerçekleştirir.
Başka deyişle, sanatın rasyoneli stildir artık.
Ve stiller kendi koydukları kurallara göre gerçekleşir
ve dönüşürler; özerktirler.
Düzene Dönüş
Gerçeklik karşısında özerkliğini ilan eden
modernist estetik, doğal olarak realizmi reddediyordu.
Postmodernist sanatın yükselişine kadar, bir yüzyıl
boyunca sürecek olan modernizmin realizm karşısındaki bu yapısal direnci, Birinci
Dünya Savaşı'ndan sonra şiddetlenen sanat-siyaset tartışmalarının odağına
oturacak ve 20. yüzyıl Batı estetiğinde belirleyici olacaktır.
Aslında modernizmin geliştiği 19. yüzyıl
ortalarında Fransa'da ve Rusya'da realizm de bir hamle yapmış ve
akademist, klasist saray estetiğine karşı yürütülen muhalefetin başını
çekmiştir.
Fransa'da Courbet'nin de dahil olduğu Millet, Corot
gibi ressamlar ve Rusya'daki Gezginler hareketi, azizlere, soylulara ve
tarihsel kahramanlıklara ilişkin "Büyük Stil"e (Grand Style) karşı çıkarak, köylülere, yoksullara ve
gündelik hayata ait gerçekçi tablolar boyamaya başlamışlar ve böylece hüküm
süren monarşilere karşı politik/artistik bir tavır koymuşlardır.
19. yüzyıl sonlarına doğru, estetik modernizmin ve
avangardın yükselmesiyle birlikte, realizm geride kalmış, ancak Savaş sonrası
yıllarda yeniden canlanmıştır.
Ama bu kez bir muhalif bir estetik olarak değil,
egemen bir söylem olarak.
Benjamin Buchloh "Otoritenin Figürleri,
Gerilemenin Şifreleri" başlığını taşıyan yazısında, Birinci Dünya Savaşı
ertesinde uyanan klasik sanat düşkünlüğüyle birlikte, temsiliyetin nasıl
Avrupa sanatına geri döndüğünü ve realizmi yeniden canlandırdığını
inceliyor.
Maleviç'in Siyah Kare'si ve
Duchamp'ın pisuvarının üzerinden daha birkaç yıl bile geçmeden, aralarında
avangardların da bulunduğu "ustalar", neden modernizmin
parçaladığı geleneği, figürasyonu ve realizmi restore etmeye
girişmişlerdi?
Bunun cevabı, Savaş sonrasında yükselmeye
başlayan otoriter rejimler, millliyetçilik ve sanatçıları bile etkileyen
dindarlıktır.
O sıralarda katolikliğe dönen Jean Cocteau'nun 1923'te
yayınladığı Rappel à l'Ordre (Düzene Dönüş) bu tutucu
hareketin manifestosu sayılır.
Bu manifestonun arkasında ise Ozenfant ve Le Corbusier'in
kübizme saldıran Aprés le Cubisme deklarasyonu
vardır (1918).
Bu tür bildiriler, avangardın uyandığı Savaş öncesi
estetiğini bir kaos, bir çürüme olarak görür ve bunu da Alman
romantizminin Fransız kültürünü barbarlaştırmasına bağlar.
Ve bu çöküşe karşı Greko-Romen kaynaklara, klasik
rasyonalizme, bilime dönüşe çağırır.
Bu antimodernist hareketin İtalya'daki karşılığı pittura metafisica, Almanya'daki karşılığı da Neue Sachlichkeit (yeni nesnelcilik) akımlarıdır.
Gerçi, dadacılar modernizme sahip çıkmıştı.
André Breton bir avangard dayanışması oluşturmaya
çalışarak "Modern Ruhun Amaçlarını Saptamak ve Savunmak" için
uluslararası bir kongre toplamayı tasarlamış (1922) ve "modernizmin
iradesini" yeniden canlandırmaya girişmişti.
Ne var ki, İkinci Dünya Savaş'ına doğru Avrupa
otokrasileri yükseldikçe realizmin egemenliği pekişmiş, "klasik
realizm" Hitler Almanyası'nın, "sosyalist realizm" de
Stalin rejiminin resmî sanatları olmuştu.
Avangard sanat Almanya'da yakılmış, Sovyetler'de ise
müze depolarına kalkmıştı.
Aynı yıllarda Marinetti ve fütüristler Mussolini
faşizmini 'şiirselleştirmek'le uğraşıyorlardı.
Le Corbusier kentsel ütopyalarını
benimseyebilecekleri umuduyla, hem Mussolini hem Stalin'le irtibata
geçiyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder