3 Aralık 2022 Cumartesi

 DAVA SANATI - 3

 

Modernizm-Realizm Çatışması ve Kültür Savaşları

 20. yüzyılda sanatın siyasal varoluşuna damgasını vuran, modernizm-realizm çatışmasıdır.

Bu çatışma Marksist estetiği de etkilemiş, karşıt kamplara bölmüştür. 

1930'larda Georg Lukács ile Ernst Bloch arasında başlayan ve giderek Brecht, Benjamin ve Adorno tarafından da paylaşılan polemikler, sanatın özerkliği ve toplumsallığı, otonomi ve heteronomi konularında yeni ufuklar açmıştır.

Modernizm-realizm çatışması, estetik bir mesele olmaktan uzaklaşarak giderek dogmalaşmış ve Batı ile Sovyetler'in bloklar arası kültür savaşlarının cephelerinden biri haline gelmiştir.

Sovyet devletinin resmî estetiği olarak örgütlendirilen sosyalist realizm, ona bağlı uluslararası komünist partilerin himayesinde bütün dünyada etkili olmuştur.

 II. Savaş'tan sonra, rakip bir kültürel hegemonya kurmaya girişen ABD,  "Amerikan modernizmi" olarak anılan soyut ekspresyonizmle, sosyalist realizme meydan okumaya girişmiştir.

Sonuçta, modernizm-realizm çatışması, Soğuk Savaş döneminde iki bloğun ideolojik silahları haline gelmiştir.

Sosyalist realizm özerkliğe karşıdır.

Çünkü sanatın sanat için değil ancak bir dava için yaratılabileceğine inanır.

Bu dava da işçi sınıfının sosyalizm davasıdır.

Lenin daha 1905'te şöyle diyor: "Edebiyat partili edebiyat olmak zorundadır...

Edebiyatın proletaryanın genel davasından bağımsız, kişisel bir iş olmaktan çıkmasını savunmalıyız."

Sosyalist realizme göre, "dava sanatı"nın estetiği gerçekçi olmak zorundadır.

Gerçekçiliğin "belkemiği de yansıtma kuramıdır", gerçekliğin gerçekçi imgeler yoluyla yansıtılmasıdır.

Sosyalist realist sanatın gerçeği yansıtırken, başta işçiler olmak üzere insanlara savunduğu dava yolunda bir bildiri, bir mesaj sunması, onları biliçlendirmesi, gereğinde kışkırtması gerekir.

Dolayısıyla, propaganda ve ajitasyona dönüktür.

Troçki'ye bağlı Kızıl Ordu'nun Edebiyat ve Yayın Dairesi'nin başında olan Vyaçeslav Polonski'ye göre "afiş, kitleleri ikna etmenin bir silahıdır, toplu bir psikoloji inşa etmenin aracıdır".

Özetle, sosyalist realizm "amaca yönelik bir etkinlik olan sanatın işlevi ile yapısı arasında çok yakın bir bağıntı" görür.

"Ancak dünyada barışa yönelik özgürlükçü ve insancıl sanatın  gerçekçi sanat olabildiği, ya da tam tersine, ancak gerçekçi sanatın insanların özgürleşmesi ve barış içinde yaşaması amacına ve idealine yönelik bir sanat olabildiği gerçeği karşımıza çıkmaktadır."

 

 Marcuse – Estetik Formun Özerkliği

Sosyalist realizmin, Sovyet komünizminin takipçileri dışındaki Marksistlerce benimsendiği söylenemez.

Çoğu özerklikte ısrar etmiş ve sosyalist realizmi reddetmiştir.

Bu grubun görüşlerini en vurucu olarak ifade eden, Frankfurt Okulu filozoflarından Herbert Marcuse'nin Estetik Boyut: Marksist Estetiğin Eleştirisine Doğru kitabıdır.

Marcuse "ortodoks Marksist estetiğin" yargılarına karşı, "politik potansiyelini sanatın kendisinde, başlı başına estetik formda" gördüğünü belirtir:

 "Ayrıca, estetik formu sayesinde sanatın, verili toplumsal ilişkiler karşısında büyük ölçüde özerk olduğunu öne sürüyorum.

Özerk sanat, bu ilişkileri hem protesto eder hem de aşar.

Böylece sanat, egemen bilinci ve sıradan deneyimi parçalar."

Marcuse'ye göre "bir sanat eseri ancak özerk olmak kaydıyla politik bir etkiye sahip olabilir".

Çünkü "estetik formun sahip olduğu nitelikler, baskıcı topluma özgü nitelikleri reddeder".

Estetik form, "gerçekliğin yasaklanmış ve bastırılmış boyutlarını açığa çıkarır.

Bu da özgürleşmeyi ifade eder.

Mallarmé'nin şiiri bu konudaki en uç örnektir.

Bu şiirlerin uyandırdığı onca duyu, gündelik hayatı parçalar ve farklı bir gerçeklik ilkesi hissettirir".

Güzellik duyusu özgürlükle ilgilidir.

 "Sanatın özerkliği ve onun politik potansiyeli, Güzellik duyusunun bilişsel ve özgürlükçü gücünde ifade bulur...

Üretici güçlerin fetişizmine karşı ve insanların egemen nesnel koşullarda sürekli olarak köleleştirilmesine karşı, bütün devrimlerin nihai hedefini sanat temsil eder:

insanın özgürlüğü ve mutluluğu."

Sonuçta, Marcuse'ye göre sanat, eğer politik bir varlığı olacaksa, özerk olmak zorundadır; akılcı da gerçekçi de olamaz.

Gerçeği ancak kendi dili aracılığıyla aydınlatır.

Sınıfsal ideolojilerin üstündedir.

Çünkü, "tarih aşırı, evrensel hakikati sayesinde sadece bir sınıfın bilincine değil, bir türsel varlık olarak bütün insanlığa hitap eder."

Marcuse'nin özerklik manifestosu, sosyalist realizmin saldırıları karşısında, romantizme, estetik modernizme ve avangarda bağlılığın bir ifadesidir.

 

Adorno – Sanatın Toplumsallığı ve Özerkliği

 Adorno da Frankfurt Okulu'ndan bir filozof ve o da Marcuse gibi, sanatın siyasal gücünün özerkliğinden kaynaklandığını savunuyor.

Bu konuya hasrettiği Estetik Teori (1970) kitabında, felsefi olarak  sanatın özerkliği fikrini zora sokan sanatın toplumsallığı meselesini ele alıyor.

Sanat eserlerini devrimci kılan enerjiyi araştırıyor ve "formların tini" ni keşfediyor.

Öte yandan, yıllardır üzerinde durduğu kültür endüstrisinin ve piyasanın özerkliği nasıl zora soktuğunu inceliyor.

Adorno'ya göre sanat baştan beri toplumsal olmak zorundadır çünkü  "bir bakıma tinin toplumsal emeğinin bir ürünüdür... Kendi form yasalarını üreten bir toplumsal emek ürünüdür".

Ne var ki, sanat, "topluma karşı olması dolayısıyla toplumsaldır ve bu konumunu yalnız ve yalnız özerk olması dolayısıyla korur...

Sanatta toplumsal olan, onun topluma karşı içkin hareketidir, yoksa yansıttığı görüşler değil...

Eğer sanat eserlerine bir toplumsal işlev yüklenecekse, bu onların işlevsizliğidir...

Sanat, praksisten geri durarak toplumsal bir tasarım haline gelir: Her otantik sanat eseri içten içe devrimcidir."

"Tinin toplumsal emeği" terimi, sanatın fetiş olarak algılandığı ve toplumsal olarak üretilip toplumsal olarak tüketildiği ritüelleri hatırlatıyor.

Adorno da, "sanat eserlerinin toplumsal hakikatinin... onların fetiş karakterine dayandığını" belirtiyor.

Sanat her zaman koruduğu bu fetiş karakteri dolayımıyla, kullanışlı emeğe, işlevselleşmeye, amaçsallığa ve araçsallığa karşı çıkıyor.

Ve işte "sanatta toplumsal patlamaya yol açan, sanata kodlanmış olan bu karşıtlıktır".

Bu karşıtlık, son derecede Hegelci bir ifade olan, "formların tini"nde kendini gösterir.

 "Bir yapıntıyı sanat yapan tinidir...

[Ve] sanat eserlerinin tini, onların formlarıyla kaynaşmıştır...

Sanat yalnızca tin olarak ampirik gerçekliğin antitezidir; dünyanın mevcut düzeninin kesin olarak reddidir."

Adorno'nun özerklik düşüncesi, bu konuyu uyandıran Kant ve Schiller'den kaynaklanır: sanatın rasyoneli, bir rasyoneli olmamasıdır; gerçekliği, gerçekliğe karşı olmasıdır; anlamı, anlamsızlığıdır; bilgisi, bilgisizliğidir; dili, dilsizliğidir; işlevi, işlevsizliğidir; toplumsallığı, topluma karşı olmasıdır; güzelliği reddettiği için güzel; sanatı reddettiği için sanattır...

Öyleyse özerktir. Ve özerk olabildiği için dünyayı dönüştürebilme gücüne sahiptir; politiktir ve devrimcidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  KABARENİN DOĞUŞU   Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren gelişen Alman kabaresi Berlin mitolojisinde özgün ve tanımlanması zor bir rol oy...