DAVA SANATI - 3
Modernizm-Realizm Çatışması ve Kültür Savaşları
20. yüzyılda sanatın siyasal varoluşuna
damgasını vuran, modernizm-realizm çatışmasıdır.
Bu çatışma Marksist estetiği de etkilemiş, karşıt
kamplara bölmüştür.
1930'larda Georg Lukács ile Ernst Bloch arasında
başlayan ve giderek Brecht, Benjamin ve Adorno tarafından da paylaşılan
polemikler, sanatın özerkliği ve toplumsallığı,
otonomi ve heteronomi konularında yeni ufuklar açmıştır.
Modernizm-realizm çatışması, estetik bir mesele
olmaktan uzaklaşarak giderek dogmalaşmış ve Batı ile Sovyetler'in bloklar
arası kültür savaşlarının cephelerinden biri haline gelmiştir.
Sovyet devletinin resmî estetiği olarak
örgütlendirilen sosyalist realizm, ona bağlı uluslararası komünist partilerin
himayesinde bütün dünyada etkili olmuştur.
II. Savaş'tan sonra, rakip bir kültürel
hegemonya kurmaya girişen ABD, "Amerikan modernizmi"
olarak anılan soyut ekspresyonizmle, sosyalist realizme meydan okumaya
girişmiştir.
Sonuçta, modernizm-realizm çatışması, Soğuk Savaş
döneminde iki bloğun ideolojik silahları haline gelmiştir.
Sosyalist realizm özerkliğe karşıdır.
Çünkü sanatın sanat için değil ancak bir dava için
yaratılabileceğine inanır.
Bu dava da işçi sınıfının sosyalizm davasıdır.
Lenin daha 1905'te şöyle diyor: "Edebiyat partili
edebiyat olmak zorundadır...
Edebiyatın proletaryanın genel davasından
bağımsız, kişisel bir iş olmaktan çıkmasını savunmalıyız."
Sosyalist realizme göre, "dava sanatı"nın
estetiği gerçekçi olmak zorundadır.
Gerçekçiliğin "belkemiği de yansıtma
kuramıdır", gerçekliğin gerçekçi imgeler yoluyla yansıtılmasıdır.
Sosyalist realist sanatın gerçeği yansıtırken, başta
işçiler olmak üzere insanlara savunduğu dava yolunda bir bildiri, bir
mesaj sunması, onları biliçlendirmesi, gereğinde kışkırtması gerekir.
Dolayısıyla, propaganda ve ajitasyona dönüktür.
Troçki'ye bağlı Kızıl Ordu'nun Edebiyat ve Yayın
Dairesi'nin başında olan Vyaçeslav Polonski'ye göre "afiş, kitleleri
ikna etmenin bir silahıdır, toplu bir psikoloji inşa etmenin
aracıdır".
Özetle, sosyalist realizm "amaca yönelik bir
etkinlik olan sanatın işlevi ile yapısı arasında çok yakın bir
bağıntı" görür.
"Ancak dünyada barışa yönelik özgürlükçü ve insancıl
sanatın gerçekçi sanat olabildiği, ya da tam tersine, ancak gerçekçi
sanatın insanların özgürleşmesi ve barış içinde yaşaması amacına ve
idealine yönelik bir sanat olabildiği gerçeği karşımıza çıkmaktadır."
Marcuse – Estetik Formun Özerkliği
Sosyalist realizmin, Sovyet komünizminin takipçileri
dışındaki Marksistlerce benimsendiği söylenemez.
Çoğu özerklikte ısrar etmiş ve sosyalist realizmi reddetmiştir.
Bu grubun görüşlerini en vurucu olarak ifade eden,
Frankfurt Okulu filozoflarından Herbert Marcuse'nin Estetik Boyut: Marksist Estetiğin Eleştirisine Doğru kitabıdır.
Marcuse "ortodoks Marksist estetiğin"
yargılarına karşı, "politik potansiyelini sanatın kendisinde, başlı
başına estetik formda" gördüğünü belirtir:
"Ayrıca, estetik formu sayesinde sanatın,
verili toplumsal ilişkiler karşısında büyük ölçüde özerk olduğunu öne
sürüyorum.
Özerk sanat, bu ilişkileri hem protesto eder hem de
aşar.
Böylece sanat, egemen bilinci ve sıradan deneyimi
parçalar."
Marcuse'ye göre "bir sanat eseri ancak özerk
olmak kaydıyla politik bir etkiye sahip olabilir".
Çünkü "estetik formun sahip olduğu nitelikler, baskıcı
topluma özgü nitelikleri reddeder".
Estetik form, "gerçekliğin yasaklanmış ve
bastırılmış boyutlarını açığa çıkarır.
Bu da özgürleşmeyi ifade eder.
Mallarmé'nin şiiri bu konudaki en uç örnektir.
Bu şiirlerin uyandırdığı onca duyu, gündelik hayatı
parçalar ve farklı bir gerçeklik ilkesi hissettirir".
Güzellik duyusu özgürlükle ilgilidir.
"Sanatın özerkliği ve onun politik
potansiyeli, Güzellik duyusunun bilişsel ve özgürlükçü gücünde ifade
bulur...
Üretici güçlerin fetişizmine karşı ve insanların
egemen nesnel koşullarda sürekli olarak köleleştirilmesine karşı, bütün
devrimlerin nihai hedefini sanat temsil eder:
insanın özgürlüğü ve mutluluğu."
Sonuçta, Marcuse'ye göre sanat, eğer politik bir
varlığı olacaksa, özerk olmak zorundadır; akılcı da gerçekçi de olamaz.
Gerçeği ancak kendi dili aracılığıyla aydınlatır.
Sınıfsal ideolojilerin üstündedir.
Çünkü, "tarih aşırı, evrensel hakikati sayesinde
sadece bir sınıfın bilincine değil, bir türsel varlık olarak bütün
insanlığa hitap eder."
Marcuse'nin özerklik manifestosu, sosyalist realizmin
saldırıları karşısında, romantizme, estetik modernizme ve avangarda bağlılığın
bir ifadesidir.
Adorno – Sanatın Toplumsallığı ve Özerkliği
Adorno da Frankfurt Okulu'ndan bir filozof ve o
da Marcuse gibi, sanatın siyasal gücünün özerkliğinden kaynaklandığını
savunuyor.
Bu konuya hasrettiği Estetik Teori (1970)
kitabında, felsefi olarak sanatın özerkliği fikrini zora sokan
sanatın toplumsallığı meselesini ele alıyor.
Sanat eserlerini devrimci kılan enerjiyi araştırıyor
ve "formların tini" ni keşfediyor.
Öte yandan, yıllardır üzerinde durduğu kültür endüstrisinin ve
piyasanın özerkliği nasıl zora soktuğunu inceliyor.
Adorno'ya göre sanat baştan beri toplumsal olmak
zorundadır çünkü "bir bakıma tinin toplumsal emeğinin bir
ürünüdür... Kendi form yasalarını üreten bir toplumsal emek
ürünüdür".
Ne var ki, sanat, "topluma karşı olması
dolayısıyla toplumsaldır ve bu konumunu yalnız ve yalnız özerk olması
dolayısıyla korur...
Sanatta toplumsal olan, onun topluma karşı içkin
hareketidir, yoksa yansıttığı görüşler değil...
Eğer sanat eserlerine bir toplumsal işlev
yüklenecekse, bu onların işlevsizliğidir...
Sanat, praksisten geri durarak toplumsal bir tasarım
haline gelir: Her otantik sanat eseri içten içe devrimcidir."
"Tinin toplumsal emeği" terimi, sanatın
fetiş olarak algılandığı ve toplumsal olarak üretilip toplumsal olarak
tüketildiği ritüelleri hatırlatıyor.
Adorno da, "sanat eserlerinin toplumsal
hakikatinin... onların fetiş karakterine dayandığını" belirtiyor.
Sanat her zaman koruduğu bu fetiş karakteri
dolayımıyla, kullanışlı emeğe, işlevselleşmeye, amaçsallığa ve araçsallığa
karşı çıkıyor.
Ve işte "sanatta toplumsal patlamaya yol
açan, sanata kodlanmış olan bu karşıtlıktır".
Bu karşıtlık, son derecede Hegelci bir ifade olan,
"formların tini"nde kendini gösterir.
"Bir yapıntıyı sanat yapan tinidir...
[Ve] sanat eserlerinin tini, onların formlarıyla
kaynaşmıştır...
Sanat yalnızca tin olarak ampirik gerçekliğin
antitezidir; dünyanın mevcut düzeninin kesin olarak reddidir."
Adorno'nun özerklik düşüncesi, bu konuyu
uyandıran Kant ve Schiller'den kaynaklanır: sanatın rasyoneli, bir
rasyoneli olmamasıdır; gerçekliği, gerçekliğe karşı olmasıdır; anlamı,
anlamsızlığıdır; bilgisi, bilgisizliğidir; dili, dilsizliğidir; işlevi,
işlevsizliğidir; toplumsallığı, topluma karşı olmasıdır; güzelliği reddettiği
için güzel; sanatı reddettiği için sanattır...
Öyleyse özerktir. Ve özerk olabildiği için dünyayı dönüştürebilme
gücüne sahiptir; politiktir ve devrimcidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder