DAVA SANATI - 4
Formalist Estetiğin Ötesi
Sanatın siyasal gücüyle ilgili çatışmadaki her iki
kamp da –otonomiye dayalı olan paradigma da, heteronominin siyasal
dinamiğine inanan karşıt paradigma da– nihayetinde formlardan hareket ediyor:
Formlar mı siyaseti belirliyor, yoksa siyaset mi
formları?
Formların "hakikat içeriği" nedir?
Sanatın özgürlük vaadi, formların hakikatine mi
içkindir, yoksa hakikatin formlarına mı?
Sanat siyasete karşı olduğunda mı siyasaldır?
Topluma karşı olduğunda mı toplumsaldır?
Sanata karşı olduğunda mı sanattır?
Sanatın ve siyasetin fenomenleri (görüngüleri), romantizmden
beri felsefi bir bağlamda kurgulanan bu çatışmayı aşar.
Onun için, bu çıkmazı "formların ruhu"ndan
ziyade formların duyusal
deneyimi ya
da alımlanması (perception) sürecinde
irdelemek gerekir.
Zaten sanatın uyandırdığı siyasal tepkiler de duyusal
deneyimlerden kaynaklanır.
Formlar yerine estetik deneyimi temel alan
paradigma yaratıcı (sanatçı) kadar izleyiciyi de hesaba katar.
Nitekim Pierre Bourdieu'nün estetiği, izleyicinin
toplumsal formasyonuna dayanır.
Bourdieu'ye göre, estetik deneyim, Kant'ın önerdiği
gibi özerk ve evrensel değildir.
(Yani "güzel" her yerde ve her zamanda,
herkes için güzel değildir).
Toplumsal ve tarihsel olarak yapılandırılmıştır.
Başka deyişle, estetik deneyimin failinin
yetişme koşullarıyla edindiği kendiliğinden tepkilere, habitus’lara bağlıdır.
Dolayısıyla Bourdieu, Ayrım: Beğeni Yargısının
Toplumsal Eleştirisi kitabında incelediği gibi, estetik yargının,
toplumsal olarak birleştirici değil bölücü olduğunu savunur.
Walter Benjamin de, sanatın politik ifadesinin
toplumsallığından bahseder.
Ama bu toplumsallık, zamanının sanatsal/edebi
"üretim ilişkileri" tarafından belirlenir;
"başka deyişle, eserlerin edebi tekniği" tarafından.
"Doğru olan politik eğilimler ile ilerici
edebi teknik arasında her zaman ve her koşulda karşılıklı bir bağımlılık
bulunur."
Benjamin'e göre, örneğin Dada'nın devrimci gücü ile,
teknikleri arasında bağ vardır:
"Sadece fotomontaj tekniği sayesinde, bir kitap
kapağını politik bir araca dönüştüren John Heartfield'in işlerini
düşünün."
Jacques Rancière de, özerkliğin sanat eserine içkin
olmadığını, duyusal bir deneyim olduğunu belirtiyor.
Ve otonomi ile heteronominin esasen birbirlerine bağlı
olduğunu savunuyor.
Aslında bu iki "politika"yı uyandıran
formların aynı formlar olduğunu söylüyor.
Yani kimi formların otonom, kimilerinin de heteronom
olduğu öne sürülemez...
Maleviç'in soyut Siyah Kare tablosu
nasıl özerkçe alımlanabilirse, Diego Rivera'nın gerçekçi bir mürali de
öyle deneyimlenebilir.
Her ikisi de uyandırdıkları bu özerk estetik deneyim
sonucunda politiktirler; kendi özgül dilleriyle, ütopik bir özgür dünya
vaadini ifade ederler.
Amerikalı Marksist sanat tarihçisi Meyer Schapiro da
özerklik vurgusuna rağmen, "propaganda ile sanat arasında içkin bir
antagonizm" görmez: Brecht'te ve Rivera'da izlediğimiz gibi,
"devrimci hareketin deneyimini ve düşüncelerini ifade eden bir sanat
kavrayışı geçerliliğini korur".
Çağdaş müesses sanatın özelleştirilmesi,
finansallaşması, şirketlerin iletişim 'makinesi'ne kaynaması gibi
tırmanmalar sonucunda estetik modernizm parçalanıyor.
Bu olaydan fazlasıyla tatmin olan postmodernistler,
nihayet özerkliğin sona erdiğini ilan ediyorlar: hiçbir şey piyasanın
dışında cereyan edemez.
Oysa, özerklik kavramı zamanımızda
modernizm-realizm, otonomi-heteronomi gibi sekter (Rancière
"akademik" diyor) çatışmaları aşarak daha da kritik bir içerik
kazanıyor.
Özerk olan her şeyi sindirmeye hazır olan piyasanın ve
onun egemen sembolik rejiminin karşısında sanat politik gücünü koruyor.
Özgürlük vaat eden eylemler, çağdaş özerklik kavrayışı
sayesinde estetik olaylar olarak yaratılabiliyor, böyle düşünsenebiliyor.
1968 barikatlarında uyanan sitüasyonizmin lideri Guy
Debord, "devrimci romantikler olacağız" derken, sanatın
özerkliğini hatırlatıyordu.
Dava Sanatı
Kolonyalizme ve emperyalizme karşı sürdürülen
ulusal kurtuluş savaşları, halk savaşları ve devrimler, İkinci Dünya
Savaşı döneminde yoğunlaştı.
Çevre ülkelerdeki bu mücadeleler genellikle zaferle
sonuçlanırken, 1968'de, bu kez Batı metropollerinde bir devrim dalgası
patladı.
Bütün bu olaylarla iç içe yaratılan afişler,
graffitiler, müraller, grafikler; ayrıca, edebiyat, tiyatro, sinema ve
müzik alanlarındaki yenilikler bir "dava sanatı" furyasına yol
açtı.
Dava sanatları, Avrupa merkezli estetiğe ve bununla
ilgili söyleme (bilgi rejimine) uzak, hatta karşıydılar.
Genellikle yerel, geleneksel, popüler/kitlesel
sembollerden besleniyorlardı.
Taraf tutuyorlardı, angajeydiler, propaganda
yapıyorlardı, mesaj taşıyor ve toplumu savunuyorlardı, büyük amaçları
vardı.
Ve bütün bunlar sonucunda tabii realisttiler;
gerçekliği resmediyorlardı.
Dolayısıyla, modernist estetiğe özgü özerklik
ilkelerine tamamıyla yabancıydılar.
Ama kuşkusuz son derecede politik ve devrimciydiler.
Metropoller ötesinde ve metropollere karşı yürütülen
siyasi mücadeler içinden doğan sanatlar, modernizm-realizm,
otonomi-heteronomi gibi, 19. yüzyıl başından itibaren Batı sanat tarihini
belirleyen tartışmaların eleştirel olarak incelenmesine yol açtı.
Avrupa merkezli söylemleri sorgulayan ve 1980'lerde
güçlenmeye başlayan "post-kolonyal" düşünce içinde gelişen bu
incelemeler, "öteki modernizmler"le ilgili koca bir literatür
üretti ve hâlâ da üretmekte.
Ancak post-kolonyal sanat tarihleri, Avrupa
modernizminden türeyen özerklik düşüncesini silmedi.
Tam aksine, özerkliği kuşatan açmazların ötesine geçerek onu
her cins egemenliğe direnecek biçimde daha da siyasallaştırdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder