ESER ÇÖZÜMLEMELERİ - 1
Bu
araştırmanın amacı; sanat eserlerinde yansıtma ve yaratma kuramı üzerine
gelişen fikirleri araştırmak ve ortaya çıkarmaktır.
Aynı
zamanda ilk çağ mağara resimlerinden güncel sanata kadar gelişen süreçlerde öne
çıkan eserleri çözümlemektir.
Modernizme
geçiş sürecinde sanatın tanımı üzerine değil anlamı üzerine fikirler
geliştirilmiştir.
Bu
durum sanatta taklit ve tekrar olgusunu en aza indirerek yaratma kuramının
önemini arttırmıştır.
Bunun
yanında malzeme, imge ve eleştiri üzerine fikirlerin geliştirilmesi
sanatçıların yaratma dürtüsünü de tetiklemiştir.
Çağdaş
sanatın politik ve eleştirel yapısı sanatta yansıtma ve yaratma kuramlarının
önünü açmıştır.
Özellikle
insana yönelik yapılan müdahaleler, savaşlar ve baskıların sanatçıları yeni
fikirler geliştirmesine olanak sağlamıştır.
Klasik
görme biçimleri yerine güncel ve iletisi olan düşünceler üzerine
yoğunlaşılmıştır.
Gerçek
olan üzerine düşünme ve yansıtma önem kazanmıştır.
15.
İstanbul Bienali’nde yer alan Berlinde De Bruyckere’nin Konuşmak adlı eseri,
politik söylemli olup gerçekleri yansıtmakta ve yaratıcı imgeyi açığa
çıkarmaktadır.
Sakıp
Sabancı Müzesi’nde sergilenen Ai Weiwei’nin Ay çekirdekleri isimli eseri de bir
diğer örnektir.
Araştırma
kapsamında iki önemli sanatçının eser çözümlemeleri yapılıp konuyla ilişkisi
açıklanacaktır.
Araştırmada
elde edilen bulgularda güncel sanatın gerçek, imge, kavram ve eleştiri gibi
ifadeye dönük çok katmanlı yapısının, sanatta yaratıcı imgeyi beslediği
anlaşılmıştır.
Aristo’nun
söylediği gibi “sanat gerçekliğinin insanın içinde olduğu fikrinin bilinmesi”
sanatın gerçeklikle olan bağının sanatçının içsel yöneliminden kaynaklandığını
gösterir.
Güncel
sanatta nesne ve süje arasındaki karşılıklı ilişki alıcının da etkisiyle
toplumda genel estetik beğeni yargısını kırarak malzemeyle olan bağını
güçlendirmiştir.
Bu
durum güncel sanat sergilerinde yer alan eserlerin birçoğunda malzeme
kullanımının etkisini arttırdığı gözlemlenmiştir.
Sonuç
olarak çağdaş sanatı tam anlamıyla okuyabilmek mümkün değildir.
Ancak
çağdaş sanatın dayandığı temel felsefi yönelimlerin neler olduğunun farkına
varılması; alıcı ve sanatçı arasındaki bağların güçlenmesine neden olacaktır.
Dolayısıyla
toplumun sanata olan ilişkisinde algı, ilgi ve önemin artması
umulacaktır.
Ayrıca
sanatın tarihsel serüveni içerisinde konuyla ilgili olarak her sanat eserini
ayrı ayrı incelemek mümkün değildir.
Bu
yüzden öne çıkan eserlerden bir kaçını ele alıp kuramsal ve sanatsal olarak
dayandığı temel özellikleri kritik etmenin konuya açıklık getireceği
düşünülmektedir.
Sanat
bir taklit midir?
Sanatın
taklitten doğduğu düşüncesini ortaya atan ve bu konuda tartışma yaratan
Aristoteles’tir.
Sanatın
ortaya çıkmasında insanoğlunun yaşamla mücadelesinin önemli bir payı vardır.
Kötü
ruhlardan arınmak için yapılan büyüler, yaşamlarına konu olan canlılar ve komün
hayat tarzları insanoğlunun iletişim kanallarını açarak kendilerini ifade etme
yöntemlerine sevk etmiştir.
Bu
yüzden mağara duvarlarına yapılan resimler sanatsal bir arayıştan ziyade
ihtiyaçtan doğduğu düşüncesi daha geçerli bir sebeptir.
Dolayısıyla
insanların mağara duvarlarına yapmış oldukları resimler Aristo’nun mimesis
olgusunu haklı çıkarmaktadır.
Ancak
sanatta taklit, kopya, öykünme ve farklılık kavramları geçmiş dönemlerde olduğu
gibi güncel sanatta da sıkça karıştırılan kavramlardır.
Sanat
doğanın taklidi olarak ortaya çıkmıştır.
Sanat
aynı zamanda bir yaratmadır.
“Sanat,
sanatçının duygu ve yaşantısı, hayal gücünün özgür bir yaratımının ifadesidir.
Croce
ve Hegel sanatı yaratmanın özünde bulurlar.
Estetik
yaşantı özerk bir alandır, buna göre sanat yapıtı da kendine özgü nitelikleri
olan ve bu nitelikler aracılığıyla kavranabilecek bir gerçekliktir”
Bu
yüzden resmedilen nesneler ilk hallerinden tamamen farklı ve düşünseldir.
Sanatçının
gerçeği doğanın gerçeğinden farklıdır.
Sanatçı
ve doğa ilişkisi:
Sanatçının
her daim doğayla bütünleşik bir ilişkisi vardır.
“Sanatçı
insandır ve bu nedenle de doğal dünya içindeki doğanın bir parçasıdır”.
Bu
sayede sanatçının ifadesi hem topluma hem de doğaya dönük düşünceleri
içermektedir.
Çevre,
yaşam biçimleri, toplum ve ekonomik koşullar sanatçının yaratıcı imgesini
geliştiren etmenlerin başında gelmektedir.
Sanatçının
doğa ile ilişkisindeki taklidin ve öykünmenin önemli bir payı vardır.
Yansıtma
kuramıyla ilişkilendirilen taklit veya mimesise göre bir sanatsal yapıtın
gerçeği yansıtması ve benzerliği önemlidir.
Aristo’ya
göre doğa ile sanat eseri arasındaki ilişki taklide dayanmaktadır.
“Doğaya
göre oluşan her şey, bir amaç için oluşur ve bir doğa ürünü, bir zanaat
ürününden hep daha fazla amaçlıdır.
Zira
doğa, insanın zanaatkarlığını değil, insanın zanaatkarlığı doğayı taklit eder
ve zanaat, doğayı desteklemek ve doğanın bitirmediğini tamamlamak için vardır”.
Ancak
modernizm ile birlikte dış dünyanın taklidi yerini içsel yönelimlere bırakması
yansıtma kuramından ziyade yaratma kuramının önünü açmıştır.
Modern
sanat akımlarından Romantizm’de; iç dünyanın ifadesi, yaratıcı imge ve düşünce
önem kazanmıştır.
Goya’nın
3 Mayıs 1808, Dev Heykel ve Çocuklarını Yiyen Satürn isimli eserleri bu duruma
örnek olarak gösterilebilir.
Sanatçının
düşünce ve gerçeklik ilişkisi: Paul Gauguin’ın sanatı doğadan çıkarılan
bir soyut olarak görmesi düşüncenin önemini açığa çıkarmaktadır.
Bu
yüzden düşünce ve imge; doğa ve sanat arasındaki farkı ortaya çıkarır.
Çünkü
doğa kendiliğinden var olan canlı bir organizmadır.
Sanat
eseri düşünseldir.
Sanatçı
eserine başlamadan önce düşünür ve onun üzerinde fikir geliştirir.
Fikir
soyut bir kavramdır.
Çalışma
sürecine başlayan sanatçı doğa ve toplumla yüzleşerek bir imge üretir.
Gerçek
olarak algılanan doğa resme dönüştüğünde gerçekliğini yitirerek sanatçının bir
ifadesi olur.
Bu
süreçte ortaya çıkan ürün gerçeğin soyut bir ifadesine dönüşür.
Dolayısıyla
hem düşünce hem de ortaya çıkan eser soyuttur şeklinde bir çıkarımda
bulunulabilir.
Sigmund
Freud ise sanatta yaratıcılığı ruhbilimsel olarak ele alıp sorgular.
Sanatçının
özgür bir iradeye sahip kaldığında yaratıcı süreci harekete geçirebileceğini
savunur.
Freud
sanat ve sanatçı arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklar: “Sanat kendine özgü
bir biçimde iki ilke arasında bir uzlaşma meydana getirir.
Bir
sanatçı aslında onun ilk sistemi olan içgüdüsel doyumun terk edilmesini kabul
edemediği gerçeklikten uzaklaşan ve erotik ve tutkulu isteklerinin düşlem
yaşamında özgür kalmasına izin veren insandır.
Ancak
düşlemlerini, insanların gerçekliğin değerli yansımaları olarak değer verdiği,
yeni tür gerçekler halinde biçimlendirmek için özel yeteneklerden yararlanarak
bu düşlem dünyasından gerçekliğe geri uzanan yolu bulur”.
Freud’a
göre sanatçının düşleri ve özgürlüğü önemlidir.
Sanatçının
düşlemindeki gerçekliğe ise ancak özgür iradesiyle kavuşabileceğini ifade
etmektedir.
Freud’un
gerçek olarak ifade ettiği düşünce; sanatçının iç tepkileriyle ve düşleminde
ulaştığı gerçekliktir.
Tıpkı
Goya’nın Çocuklarını Yiyen Satürn adlı eserinde olduğu gibidir.
Eserdeki
görüntüyle sanatçının ulaştığı gerçeklik tamamen farklıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder