3 Aralık 2022 Cumartesi

 ESER ÇÖZÜMLEMELERİ - 1

 

Bu araştırmanın amacı; sanat eserlerinde yansıtma ve yaratma kuramı üzerine gelişen fikirleri araştırmak ve ortaya çıkarmaktır.

Aynı zamanda ilk çağ mağara resimlerinden güncel sanata kadar gelişen süreçlerde öne çıkan eserleri çözümlemektir.

Modernizme geçiş sürecinde sanatın tanımı üzerine değil anlamı üzerine fikirler geliştirilmiştir.

Bu durum sanatta taklit ve tekrar olgusunu en aza indirerek yaratma kuramının önemini arttırmıştır.

Bunun yanında malzeme, imge ve eleştiri üzerine fikirlerin geliştirilmesi sanatçıların yaratma dürtüsünü de tetiklemiştir.

Çağdaş sanatın politik ve eleştirel yapısı sanatta yansıtma ve yaratma kuramlarının önünü açmıştır.

Özellikle insana yönelik yapılan müdahaleler, savaşlar ve baskıların sanatçıları yeni fikirler geliştirmesine olanak sağlamıştır.

Klasik görme biçimleri yerine güncel ve iletisi olan düşünceler üzerine yoğunlaşılmıştır.

Gerçek olan üzerine düşünme ve yansıtma önem kazanmıştır.

 15. İstanbul Bienali’nde yer alan Berlinde De Bruyckere’nin Konuşmak adlı eseri, politik söylemli olup gerçekleri yansıtmakta ve yaratıcı imgeyi açığa çıkarmaktadır.

Sakıp Sabancı Müzesi’nde sergilenen Ai Weiwei’nin Ay çekirdekleri isimli eseri de bir diğer örnektir.

Araştırma kapsamında iki önemli sanatçının eser çözümlemeleri yapılıp konuyla ilişkisi açıklanacaktır.

Araştırmada elde edilen bulgularda güncel sanatın gerçek, imge, kavram ve eleştiri gibi ifadeye dönük çok katmanlı yapısının, sanatta yaratıcı imgeyi beslediği anlaşılmıştır.

Aristo’nun söylediği gibi “sanat gerçekliğinin insanın içinde olduğu fikrinin bilinmesi” sanatın gerçeklikle olan bağının sanatçının içsel yöneliminden kaynaklandığını gösterir.

Güncel sanatta nesne ve süje arasındaki karşılıklı ilişki alıcının da etkisiyle toplumda genel estetik beğeni yargısını kırarak malzemeyle olan bağını güçlendirmiştir.

Bu durum güncel sanat sergilerinde yer alan eserlerin birçoğunda malzeme kullanımının etkisini arttırdığı gözlemlenmiştir.

  Sonuç olarak çağdaş sanatı tam anlamıyla okuyabilmek mümkün değildir.

Ancak çağdaş sanatın dayandığı temel felsefi yönelimlerin neler olduğunun farkına varılması; alıcı ve sanatçı arasındaki bağların güçlenmesine neden olacaktır.

 Dolayısıyla toplumun sanata olan ilişkisinde  algı, ilgi ve önemin artması umulacaktır.

Ayrıca sanatın tarihsel serüveni içerisinde konuyla ilgili olarak her sanat eserini ayrı ayrı incelemek mümkün değildir.

 Bu yüzden öne çıkan eserlerden bir kaçını ele alıp kuramsal ve sanatsal olarak dayandığı temel özellikleri kritik etmenin konuya açıklık getireceği düşünülmektedir.

Sanat bir taklit midir?

Sanatın taklitten doğduğu düşüncesini ortaya atan ve bu konuda tartışma yaratan Aristoteles’tir.

Sanatın ortaya çıkmasında insanoğlunun yaşamla mücadelesinin önemli bir payı vardır.

Kötü ruhlardan arınmak için yapılan büyüler, yaşamlarına konu olan canlılar ve komün hayat tarzları insanoğlunun iletişim kanallarını açarak kendilerini ifade etme yöntemlerine sevk etmiştir.

 Bu yüzden mağara duvarlarına yapılan resimler sanatsal bir arayıştan ziyade ihtiyaçtan doğduğu düşüncesi daha geçerli bir sebeptir.

Dolayısıyla insanların mağara duvarlarına yapmış oldukları resimler Aristo’nun mimesis olgusunu haklı çıkarmaktadır.

 Ancak sanatta taklit, kopya, öykünme ve farklılık kavramları geçmiş dönemlerde olduğu gibi güncel sanatta da sıkça karıştırılan kavramlardır.

Sanat doğanın taklidi olarak ortaya çıkmıştır.

Sanat aynı zamanda bir yaratmadır.

 “Sanat, sanatçının duygu ve yaşantısı, hayal gücünün özgür bir yaratımının ifadesidir.

Croce ve Hegel sanatı yaratmanın özünde bulurlar.

Estetik yaşantı özerk bir alandır, buna göre sanat yapıtı da kendine özgü nitelikleri olan ve bu nitelikler aracılığıyla kavranabilecek bir gerçekliktir”

Bu yüzden resmedilen nesneler ilk hallerinden tamamen farklı ve düşünseldir.

Sanatçının gerçeği doğanın gerçeğinden farklıdır.

Sanatçı ve doğa ilişkisi:

Sanatçının her daim doğayla bütünleşik bir ilişkisi vardır.

“Sanatçı insandır ve bu nedenle de doğal dünya içindeki doğanın bir parçasıdır”.

Bu sayede sanatçının ifadesi hem topluma hem de doğaya dönük düşünceleri içermektedir.

Çevre, yaşam biçimleri, toplum ve ekonomik koşullar sanatçının yaratıcı imgesini geliştiren etmenlerin  başında gelmektedir.

Sanatçının doğa ile ilişkisindeki taklidin ve öykünmenin önemli bir payı vardır.

Yansıtma kuramıyla ilişkilendirilen taklit veya mimesise göre bir sanatsal yapıtın gerçeği yansıtması ve benzerliği önemlidir.

Aristo’ya göre doğa ile sanat eseri arasındaki ilişki taklide dayanmaktadır.

 “Doğaya göre oluşan her şey, bir amaç için oluşur ve bir doğa ürünü, bir zanaat ürününden hep daha fazla amaçlıdır.

Zira doğa, insanın zanaatkarlığını değil, insanın zanaatkarlığı doğayı taklit eder ve zanaat, doğayı desteklemek ve doğanın bitirmediğini tamamlamak için vardır”.

 Ancak modernizm ile birlikte dış dünyanın taklidi yerini içsel yönelimlere bırakması yansıtma kuramından ziyade yaratma kuramının önünü açmıştır.

 Modern sanat akımlarından Romantizm’de; iç dünyanın ifadesi, yaratıcı imge ve düşünce önem kazanmıştır.

 Goya’nın 3 Mayıs 1808, Dev Heykel ve Çocuklarını Yiyen Satürn isimli eserleri bu duruma örnek olarak gösterilebilir.

Sanatçının düşünce ve gerçeklik ilişkisi: Paul Gauguin’ın sanatı doğadan çıkarılan bir soyut olarak görmesi düşüncenin önemini açığa çıkarmaktadır.

Bu yüzden düşünce ve imge; doğa ve sanat arasındaki farkı ortaya çıkarır.

Çünkü doğa kendiliğinden var olan canlı bir organizmadır.

Sanat eseri düşünseldir.

Sanatçı eserine başlamadan önce düşünür ve onun üzerinde fikir geliştirir.

Fikir soyut bir kavramdır.

Çalışma sürecine başlayan sanatçı doğa ve toplumla yüzleşerek bir imge üretir.

 Gerçek olarak algılanan doğa resme dönüştüğünde gerçekliğini yitirerek sanatçının bir ifadesi olur.

Bu süreçte ortaya çıkan ürün gerçeğin soyut bir ifadesine dönüşür.

Dolayısıyla hem düşünce hem de ortaya çıkan eser soyuttur şeklinde bir çıkarımda bulunulabilir.

Sigmund Freud ise sanatta yaratıcılığı ruhbilimsel olarak ele alıp sorgular.

 Sanatçının özgür bir iradeye sahip kaldığında yaratıcı süreci harekete geçirebileceğini savunur.

Freud sanat ve sanatçı arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklar: “Sanat kendine özgü bir biçimde iki ilke arasında bir uzlaşma meydana getirir.

Bir sanatçı aslında onun ilk sistemi olan içgüdüsel doyumun terk edilmesini kabul edemediği gerçeklikten uzaklaşan ve erotik ve tutkulu isteklerinin düşlem yaşamında özgür kalmasına izin veren insandır.

Ancak düşlemlerini, insanların gerçekliğin değerli yansımaları olarak değer verdiği, yeni tür gerçekler halinde biçimlendirmek için özel yeteneklerden yararlanarak bu düşlem dünyasından gerçekliğe geri uzanan yolu bulur”.

 Freud’a göre sanatçının düşleri ve özgürlüğü önemlidir.

Sanatçının düşlemindeki gerçekliğe ise ancak özgür iradesiyle kavuşabileceğini ifade etmektedir.

Freud’un gerçek olarak ifade ettiği düşünce; sanatçının iç tepkileriyle ve düşleminde ulaştığı gerçekliktir.

Tıpkı Goya’nın Çocuklarını Yiyen Satürn adlı eserinde olduğu gibidir.

Eserdeki görüntüyle sanatçının ulaştığı gerçeklik  tamamen farklıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  KABARENİN DOĞUŞU   Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren gelişen Alman kabaresi Berlin mitolojisinde özgün ve tanımlanması zor bir rol oy...