3 Aralık 2022 Cumartesi

 NEJAD DEVRİM - 2

 

Postkolonyalizm

 Estetik modernizmi Batı'nın hegemonyasından kurtaran –başta Paris olmak üzere Batı merkezlerinden Batı-dışına yayılan bir olay olmaktan çıkaran– postkolonyal teori olmuştur.

 Türkiye'deki modernist sürece de böyle uyanıyoruz.

 Avrupa-merkezli modernlik anlatısı, modernliği Batı'da ortaya çıkan, ve Batı'nın sömürgecilik süreciyle kolonilere ve Batı-dışı toplumlara yayılan evrensel, homojen bir olay olarak hikâye eder.

 Doğal olarak "modern sanat" da aynı Avrupa-merkezli tarihi izler.

 Buna göre, modernlik Avrupa'ya ait bir hadisedir.

 Avrupa'da gelişen uluslaşma, sanayileşme ve kentleşmenin sonucudur.

 Siyasi kurumları 1789 Fransız Devrimi, ekonomik kurumları gene aynı zamanlarda gerçekleşen Sanayi Devrimi'nin eseridir.

 Avrupa'da Rönesans'tan itibaren ortaya çıkan gelişmelerin bütün dünya tarihini belirlediğine, evrensel ve bütüncül olduğuna ilişkin anlatılar 1970'lerin sonundan itibaren sarsılmaya başlar.

 İnsanlığın modernlikle birlikte topyekûn ilerlemesine dayalı teleolojik büyük anlatılar krize girer.

 İşte postkolonyal teori bu kriz zamanında Hindistan'da peyda oldu.

 Postkolonyalizm, modernlik üzerindeki Batı tekelini reddederek, başka başka kültürlere göre birbirinden farklılaşan çoğul ve heterojen bir modernlik ve modernizm fikrini ortaya attı.

 Postkolonyalistler Hindistan gibi sömürgelerin toplumsal, ekonomik, siyasal formasyonlarının yapısal olarak Batı'dan farklı olduğunu; bu nedenle de farklı bir modernlik yolu izlediğini öne sürüyorlardı.

 Dolayısıyla, Batı'nın evrensel olduğu varsayılan teorileriyle, tarihleriyle Doğu'yu kavramak mümkün değildi.

 Öte yandan, kolonilerin etkilerini hesaba katmadan, emperyal ilişkileri dışında bir Batı tasavvur etmek de mümkün değildi.

 Batı Doğu'yu tanımladığı kadar, Doğu da Batı'yı tanımlamıştı.

 Kolonilerin ve kolonyalistlerin kültürleri birbirine geçmiş, harmanlanmıştı.

Poskolonyal teori, tarihi bütün karmaşıklığı ve melezliği içersinde yeniden inşa etmeyi önerir.

Sömürgelerin ve diğer çevre toplumların kendilerine özgü modernliklerini, modernizmlerini, kendi kültür ve sanatlarının özerkliğini ve yaratıcılığını keşfetmeye bir çağrıdır.

 Ve bu çağrı beklenmedik bir yankı uyandırmıştır.

 Sadece Afrika'da, Latin Amerika'da ve Doğu'da değil, aynı zamanda Batı merkezlerinde de etkili olmuştur.

 Postkolonyal teoriyle birlikte oryantalizm eleştirileri de canlandı.

 Kurucu Edward Said 1978'de Oryantalizm kitabını, 1993'te de onun devamı sayılan Kültür ve Emperyalizm'i yayınladı.

 İlk kitabını sunarken şunları yazıyordu:

 “Şark sadece Avrupa'ya bitişik değildir.

 Aynı zamanda Avrupa'nın en zengin ve eski kolonilerinin olduğu yerdir.

 Dillerinin ve uygarlıklarının kaynağıdır; kültürel rakibidir.

 Aynı zamanda onun karşıt bir imgesi, fikri, kişiliği ve tecrübesi olarak Şark Avrupa'nın (ya da Batı'nın) tanımlanmasına yardımcı olmuştur...

 Şark Avrupa'nın maddi anlamda uygarlığının ve kültürünün bölünmez parçasıdır."

O nedenle modernleşmenin tarihi aynı zamanda kolonileşmenin tarihidir.

 Said'e göre oryantalizm, sosyoloji, antropoloji, psikoloji, filoloji ve tarih gibi alanlarda yürütülen yoğun araştırmalar yoluyla sadece Garp'ın Şark'ı anlamasının aracı değil, aynı zamanda onu denetlemesinin,  ona hükmetmesinin ve hatta "açık açık farklı, eşşiz olan bir dünyayı  kendine katmasının" aracıdır.

Postkolonyal teori ve oryantalizm, Batı tarihçiliğinde köklü değişimlere ön ayak olmuştur.

 Hegemonik, homojen Avrupa-merkezli anlatıların yerini, heterojen, melez, kozmopolit 'okumalar' almaya başlamıştır.

Örneğin modernizmin bir Batı yaratısı olduğuna ilşkin efsane sorgulanmaya başlamıştır.

 Picasso'nun, Batı modernizminin ikonu sayılan 1907 tarihli 

Avignonlu Kadınlar tablosuna ait arkeoloji bu sorgulamaya bir örnektir.

 Bir kere bu tablonun vatanı Paris değil, Barselona'dır.

 Zaten Picasso da Malaga'dandır . 

 Avignonlu Kadınlar, ressamın Barselona'da müdavimi olduğu genelevdeki beş fahişenin resmidir.

 Üstelik bu beş fahişe o zamanlar sanattan bile sayılmayan Afrika fetişleri olarak resmedilmiştir.

 Picasso'nun Afrika sanatını keşfiyle uyanan kübizm, giderek 20. yüzyıl boyunca Batı-dışındaki sanatların hemen hepsine tercüme olmuştur.

 Hatta yer yer, bizde olduğu gibi bir modernleşme söylemine dönüşmüştür.

 Türkiye'de modernleşme edebiyatının ve modern pedagojinin kurucularından İsmail Hakkı Baltacıoğlu'na göre kübizm, "asriyat" (çağdaşlık) demektir, "beynelmilellik" demektir.

 Hatta kübizmin "demokrasinin mimarideki [ve sanattaki] tecellisi"olduğunu söyler.

İsmail Hakkı'ya ilerde döneceğim.

Yani sonuçta, Batı merkezlerinin, estetiğini hiçbir şekilde kavramadan  kendilerine mal ettikleri ve "primitivizm" olarak nitelendirerek sanat tarihinin dışına attıkları Afrika sanatı, kübizme büründükten sonra dönüp dolaşıp gene Afrika ülkeleri gibi kolonilere dönmüş ve onların sanatlarını da dönüştürmüştür.

 Gerçekten de, kübizmin kültürlerarası tercümelerinin yarattığı örüntüler son derece öğreticidir.

 Modernizmin Batılı olduğu kadar, ne denli Doğulu olduğunu da sergiler.

 Aslında "modernizm" terimi de 1880'lerde Nikaragualı yazar Ruben Dario tarafından icat edilmiştir.

 Dario kapitalizme ve kolonyalizme karşıdır ve eleştiri yazıları Mallarmé ve Baudelaire  tonundadır.

  "Modernizm" terimi Atlantiği aştıktan sonra ilk kez Picasso'nun memleketi Barselona'ya demir atmış ve gene Dario tarafından Gaudi'nin mimarlığını tanımlamak için kullanılmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  KABARENİN DOĞUŞU   Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren gelişen Alman kabaresi Berlin mitolojisinde özgün ve tanımlanması zor bir rol oy...