NEJAD DEVRİM - 3
Batı-dışı Modernizmler
Modernizm
Batı'da olduğu gibi Batı dışındaki kültürlerde de modernliğe karşı bir
hareket olarak doğar.
O
nedenle Batı-dışı modernizmler ve Türkiye'de modernizm konularına geçmeden önce
sanatta modernleşmenin nasıl örgütlendiğine değinmek gerekecek.
Batı'nın
modern sanat hegemonyasının uluslararasında örgütlenmesinde ve bununla iç
içe yerel sanatların ulusallaşmasında, bir tür misyonerlik icra eden
hocalar gayet etkin bir rol oynamışlardır.
Bu
misyonerler hem Batı merkezlerinden Doğu'ya gelen yabancı hocalardır, hem
de Batı merkezlerinde eğitilerek ülkelerine dönen yerli hocalardır.
Batı
sadece evrensel/hegemonik sanat anlayışını Batı-dışına yaymakla kalmaz, yabancı
hocalar aracılığıyla dışardaki sanat eğitimini ve sanat tarihini de örgütler.
Onların
sanat tarihini modernleştirir ve ulusallaştırır.
Bu
yabancı hocalara, aynı misyonu paylaşan ve devletlerin Batı merkezlerine,
özellikle de Paris'e gönderdiği yerli hocaları da eklemek gerekir.
Her
iki gruptakiler de dinlerin yayılmasında görev yapan, inançları
dönüştüren, rahipler yetiştiren, kiliseler açan misyonerleri hatırlatır.
Kolonilerde
modern sanat eğitimini Batılılar başlatmıştır.
Örneğin,
Hindistan, Nijerya, Uganda gibi Britanya sömürgelerinde güzel sanatların
kurumlaşmasında, akademilerin kurulmasında Britanyalı hocalar etkin olmuşlardır.
Yabancı
hocaların etkinliği konusunda Türkiye'nin gayet zengin bir deneyimi vardır.
Gariptir ama bu işte Nazi rejiminin
önemli ölçüde etkisi vardır.
Bir kere 1883'te kurulan Sanayi-i
Nefise'nin (Akademi'nin) resim, mimarlık, hakkaklık hocaları hep
Batılıdır.
1927'de afiş atölyesini kuran da
Eric Weber'dir.
1933'te Nazilerin iktidara
gelmesinden sonra başlayan Almanya'dan Türkiye'ye öğretim üyesi akını sonucunda
Devlet Güzel Sanatlar Akademisi kadrolarını da yabancılar doldurmuştur.
Bu dönem, sanat eğitiminin
modernleştiği "Akademi Reformu" olarak anılır.
1929-1958 arasındaki dönemde yabancı
hocaların sayısı 24'tür.
Sanatı “Türkleştirenler” de Viyana
Üniversitesi'nden Heinrich Glück ve hocası Strzygowski'dir.
1934'te İstanbul Üniversitesi'ne
davet edilerek burada Sanat Tarihi kürsüsünü kuracak olan Ernst Diez de
Strzygowski'nin öğrencisidir.
1957'de Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar
Okulu'nu kuran da Bauhaus'çu mimar Prof. Adolf Schneck'tir.
Schneck'i öneren İTÜ Mimarlık
Fakültesi hocası Prof. Paul Bonatz'dır.
Tatbiki'nin başlangıcındaki dört
bölümün başında da Bauhaus ekolünden Alman hocalar vardır.
1931'de Darülfünun'un
kapatılmasından sonra bir Cumhuriyet Kurumu'na dönüştürülen İstanbul
Üniversitesi de, bu yıllarda gerçekleşen Almanya'dan "bilim
göçü" sayesinde kurulmuştur.
Kuruluş döneminde 38'i ordinaryus, 4'ü
profesör 42 Alman hoca görev almıştır.
Bu göçle Türkiye'ye gelerek eğitimde
görev alanların toplam sayısı 500-600 civarındadır.
Devlet kademesinde, resmî olarak
Batı'ya sanat eğitimine gönderilen yerli hocalar faslına gelirsek, orada
da, kolonilere kıyasla Türkiye'nin girişimleri gayet erken, sistemli ve
yoğundur.
Paris'e öğrenci gönderme programları
ta 1830'larda başlar.
Onlar da sanatı modernleştirmenin,
uluslaştırmanın, Batılılaştırmanın misyonerleridir.
Ve dönüşlerinde Akademi bünyesinde sahip
oldukları otorite sayesinde gayet etkili olurlar.
Özellikle de 1928'den itibaren
Paris'te Andre Lhote tarafından yetiştirilenler…
Hâlâ yeniden yeniden üretilen ve
aslında bir sanat tarihi epistemolojisine sahip olmayıp, bir mesleki
örgütlenme tarihi olan Modern Türk Sanat Tarihi bu ressamların eseridir.
Onlar devlet görevlileridirler,
kültür-sanat bürokratlarıdırlar, dolayısıyla ulusal inşa, modernleşme ve
Batılılaşma konusundaki resmî politikalara bağlıdırlar.
Hatta bu politikaların
geliştirilmesinden sorumludurlar.
Beynelmilel Medeniyet, Millî Hars
Batılılaşma, modernleşme ve uluslaşma
peşindeki bütün öteki kültürlerde olduğu gibi, Türkiye'de de uygulanan
politikalar, endüstriyel, ekonomik modernizasyon anlamında Batı
teknolojilerinin ve ekonomisinin (yani kapitalizmin) ithaline ve
uyarlanmasına dayanıyordu.
Sanat alanında ise tersine,
millîleşme, geleneklerin, yerel formların muhafazası demekti.
Ziya Gökalp'in "hars
millîdir, medeniyet beynelmilel" (kültür ulusaldır, uygarlık
uluslararası) ilkesi Batılılaşan her toplumda geçerliydi.
Dolayısıyla Batılılaşma/modernleşme
yolundaki koloni sanatçıları, çevre sanatçıları bir yandan Batı klasizmini
belliyor, diğer yandan geleneğini bu klasizme uyarlamaya çabalayarak
sanatını ulusallaştırdığını ve modernleştirdiğini varsayıyordu.
Yani sonunda Batı-dışı sanatlar bir
yandan Batı'ya açılırken, bir yandan keşfe zorlandığı kendi kültürel/etnik
kimliğine kapanıyordu.
Başka kültürlerle kaynaştığı,
kültürler-aşırı bir dünyadan men ediliyordu.
Çünkü bu millîliğe, milliyetçiliğe
aykırıydı.
Sömürge sanatçıları kendi
sanatlarını Batı doktrinleri gözünden görmeye zorlanarak, bir anlamda kendi
kendilerini oryantalize ediyorlardı.
Modernleşmenin gelenekselleşmeyle,
Batılılaşmanın yerelleşmeyle özdeş gibi göründüğü bu paradoks, son
derecede ilginç söylemler türetmiştir.
Türkiye'de de sanatta
Batılılaşmanın ancak yerel, millî, dinî dillerde gerçekleşebileceği
savunuluyordu.
Bu savlara göre modern olan, zaten
geleneksel sanatta, çinilerde, kilimlerde, halk sanatında, folklorde
içkindi.
Baltacıoğlu daha da ileri
gidiyor ve halk estetiğinin sürrealist olduğunu iddia ederek millî Türk
sanatının fantastik bir güzelliğe varacağını düşünüyordu.
Ona göre, "resimde sürrealizmin
uyanık rüya anlayışını yaratan 'biz Türkler'dir.
Picasso ve Cezanne ise insan
güzelliğini elif, vav, ayın yoluyla anlatmışlardır."
Mustafa Şekip Tunç da, Picasso'da
Türk-İslam sanatını, Matisse'te minyatürü okumanın mümkün olduğunu söyler.
Sedat Hakkı Eldem ise Le
Corbusier’de ve Frank Lloyd Wright’ın mimarlığında Türk evini
keşfeder.
Kısacası ulusal Türk sanatı zaten
modern Batı sanatına içkindir.
Picasso ve Cezanne'ı Türk hat sanatı
üzerinden okuyan Baltacıoğlu, hattatların harflerinin insan gövdesine Latin
harflerinden daha yakın olduğunu gösteriyordu.
1971'de Milli Eğitim Bakanlığı'ndan
çıkan Türk Plastik Sanatları kitabının önsözünde şunları
yazıyordu.
"Ben bu eserimde... Türk sanat
anlayışı ile Kuran ayetleri arasındaki uygunluğu göstermeye
çalışıyorum."
Demek ki, Türk sanatı Batı sanatına
içkin olduğu kadar Kuran'a da uygundu.
Baltacıoğlu'nun Türk sanatının
modernleşme sürecinin örgütlenmesindeki en kilit isimlerden olduğunu
hatırlayalım:
Gazi Eğitim ve Tatbiki'nin
kuruluşları; modern sanat ve pedagoji külliyatı:
Talim ve Terbiye'de
İnkilap (1912), Mimaride Kübizm ve Türk Ananesi (1929),
Umumi Pedagoji (1930), Demokrasi
ve Sanat (1931),
Resim ve Terbiye (1932), Sanat (1934), Türk
Plastik Sanatları (1971)...
Aslında, bütün bu yukardaki çapraşık
edebiyat Batı'nın kolonyalist modernlik öğretisinden çok da farklı
değildir.
Batı, estetik değerlerinin evrensel
olduğunu savunur.
O nedenle de egemenliği altındaki
her yerden evrensel nitelikte bulduğu sanat eserlerini yağmalayarak 19.
yüzyılda kurduğu British Museum gibi, Louvre gibi, Berlin Müzesi gibi
"evrensel müze"lerde sergileme hakkını görmüştür kendinde.
Çünkü sanatın modern bir tasnif
sistemine girdiği ve dolayısıyla tarihsel bir mahiyet kazandığı
sahneler bu müzelerdir.
Ne var ki bu sistem Winckelman
tarihinden kaynaklanan ulusal bir tasnif sistemidir.
Evrensel olan ulusaldır/yereldir,
ulusal/yerel olan da evrenseldir (başka deyişle, millîlik beynelmilellik,
beynelmilellik de millîliktir).
Sonuçta, farklı sanatlar ancak
ulusal/tarihsel bir dizge içinde evrensel estetik değerlerini sergilerler.
Dolayısıyla, farklı sanatlar onların
doğasındaki evrensel (Batılı) özü keşfedebildiğiniz sürece ulusal ve
modern sayılır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder