NEJAD DEVRİM - 4
Batı-dışı Modernizmler (Çevre
Kültürlerde Modernizm/Modernlik Çatışması)
Batı-dışı modernizmlerin ortaya
çıkışı ve örgütlenmesi, yukarda açıkladığım modernleşme deneyiminden
kökten farklıdır.
Çevre kültürlerde modernlik;
ulusallaşma, Batılılaşma, çağdaşlaşma (asrileşme) gibi birtakım davalar
çerçevesinde örgütlenir.
Akademizmi/klasizmi temel alır.
Estetik modernizm ise modernliğe
karşı örgütlenir.
Yukardaki davalardan, angajmanlardan
özerkleşme üzerine örgütlenir.
Modern sanatın aksine, Batı'nın klasist
Greko-Romen estetiğine ve sanat tarihine karşıdır.
20. yüzyılda modernizmi besleyen,
metropollerin kozmopolit kültürüdür.
Göçebeliktir.
Konunun en kilit metni
sayılan "Modernizm Ne Zamandı?"nın yazarı Raymond Willams şöyle diyor:
"Modernist değişimin
kilidi metropol; metropolün form üzerindeki doğrudan etkileri.
Yeni formların ortaya çıkmasındaki
en önemli etmen metropole göç...
[Metropollerde] ulusal ve yerel
kültürlerden özgürleşen sanatçılar ilk kez kendilerine elverişli cemaatler
oluşturabiliyorlar...
Özgül kültürlere ait imgeler ve
stiller kaybolmuyor... fakat şimdi hepsi metropol denen potada
birleşiyor."
Metropolitan demek, kozmopolitan
demek.
20.yüzyılda kozmopolitizmin ve sanat
göçebeliğinin merkezi Paris.
Kimler yok ki?
Arp, Miro, Brancusi, Dufy, Chagall,
Soutine, Tzara, letrizmin kurucusu Isodore İsou, zamanın en etkili
kritiği, kübizm ve sürrealizmin isim babası Apollinaire ,Wifredo Lam,
Diego Rivera, Roberto Matta, Giacometti, Severini ve diğer İtalyan
sanatçıları ve Rus avangardları.
Rus avangardlarının merkezi Ballet Russes.
"Le Ballet Russes de
Sergey Diaghileff" kumpanyasına beste yapanlar Satie, Prokofief,
Stravinski, Mussorgski, Debussy, Ravel, Manuel de Falla, Strauss…
Sahne ve kostüm tasarımı yapanlar,
Paris'e göçen Rus konstrüktivistleri Gonçarova, Lorianov.
Sonra İspanyol Picasso... üç balenin
sahne tasarımlarını yapar (1916).
İşte modernizm, ulusallıktan uzak bu
özerk, özgür, kozmopolit sanatçılar cumhuriyetinin eseridir.
Kimi sanat tarihlerinde “Paris
ekolü” adını alır.
Tabii ki aynı zamanlarda Paris'te
Türk sanatçılar da vardır.
Ama bunlar kendi iradeleriyle buraya
göçmüş değillerdir.
Devletin sanat tahsiline gönderdiği
hoca adaylarıdır.
Çoğu Julian, Andre Lhote ve
Leger'nin kuduğu özel okulların öğrencileridir.
Dönünce Akademi'nin ustaları
olmuşlar, ulusal/modern Türk sanatını kurmuşlar ve aynı zamanda bu sanatın
tarihini yazmışlardır.
Ama Paris Ekolü'nde, bu metropolün
kozmopolit sanat sahnesinde herhangi bir iz bırakmamışlardır.
Bu durum İkinci Dünya savaşı
ertesinde tersine dönecektir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da
Paris göçmen sanatçı akınına uğrar ve onlar arasından çıkan sanatçılar da
bir Paris Ekolü oluşturur:
İkinci veya Yeni Paris Ekolü.
Ama bu İkinci Dünya Savaşı sonrası
göçmenler, ilk Ekol dönemine kıyasla daha ziyade kolonilerden,
"Üçüncü Dünya"dan, çevre ülkelerden gelen sanatçılardan oluşmaktadır.
Batı-dışı modernizmlerin önderleri,
Türkiye'de de olduğu gibi, büyük ölçüde bunlar arasından çıkacaktır.
Birinci ve ikinci dünya savaşları
arasında Paris'e gönderilen devlet bursiyerlerinin sanatıyla, İkinci
Savaş'tan sonra Paris'e göçenlerin sanatı arasındaki karşıtlık bence Türk
sanatındaki modernist kırılmanın aynasıdır.
İlk grup, sanatı ulusallaştırmaya
gayret ederken, ikinciler kozmopolitleştirmiş ve özekleştirmiştir.
Batı merkezleri dışındaki
modernizmlerin doğuşu, buralardaki sanatın özerkleşme hareketlerinin
sonucudur.
Örneğin 18. yüzyıl ortasından beri
Britanya kolonisi olan Hindistan.
Hint sanat tarihçisi Geeta
Kapur, Raymond Williams'ın
yukarda andığım "Modernizm Ne Zamandı?" makalesine nazire olarak yazdığı "Hindistan'da/Üçüncü
Dünyada Modernizm Ne zamandı?" yazısında, yerli sanatçıların, millî
angajmanlarını, yükümlülüklerini üzerinden atarak, özerkleştikçe
modernistleştiklerini anlatıyor.
Ve öncülerin de İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra Paris'e göçerek, İkinci Paris Ekolü’ne katılan
sanatçılar olduğunu açıklıyor.
Şöyle yazıyor: "Paris'teki yüzlerce
tavan arası sanatçısı gibi Rıza, Akbar Padamese, Ramkumar ve Tyeb Mehta
da, yalnızlıkları ve yabancılaşmalarıyla birlikte ulusal olmayan bir
sanatı el üstünde tuttular ve Hindistan'ın ilk modernistleri
oldular."
Afrika modernizmi üzerine yazan
Salah Hassan da, Afrika sanatlarının, "Batı'nın homojenleştirici
etkisini, özellikle sanatı yeniden primitifleştiren ve egzotikleştiren etkisini
reddederek özerkleştiklerinden" bahsediyor:
“Modernizm, Afrika'da, başka yerlerde de
olduğu gibi, bilinçli olarak geçmişten kopmayı ve yeni ifade
formlarının arayışını içeriyor."
Gene Senegal'de modernizmin
gelişmesini inceleyen Ima Ebong, postkolonyal bir estetiğin yerel sanatın
kozmopolitleşmesiyle doğduğundan
bahsediyor.
Avrupa'da İkinci Savaş'tan
sonra, önceki dönemin milliyetçi realizmlerine karşı gelişen soyutun
modernistleştirici dilini benimsemesiyle ortaya çıktığını anlatıyor.
O dönemde Paris'e yerleşmiş olan Iba
N'Diaye bu estetiğin kurucularından.
Türkiye'de Estetik Modernizmin Doğuşu
Türk sanatında da modernizmin doğuşu
yukardaki örneklerle bir örüntü içindedir:
– İkinci Dünya Savaşı ertesinde bir
grup sanatçı, Hakkı Anlı, Nejad Devrim, Mübin Orhon ve Selim Turan Paris'e
yerleşiyorlar.
Bu sanatçılara Abidin Dino, Albert Bitran,
Kemal Bastuji, Fahrelnisa Zeid, İlhan Koman, Avni Arbaş'ı da
ekleyebiliriz.
Önceden yerleşenler de var: Fikret Mualla,
Hale Asaf.
Ve Tiraje, Yüksel Arslan gibi daha
sonra göçenler.
Ama bence, saydığım ilk dört
sanatçının yeri ayrı.
Bu sanatçılar Tanzimat'tan o zamana
kadar olduğu gibi Paris'e bir misyonla gitmiyorlar.
Batı sanatını öğrenmek ve dönüp
öğretmek amacıyla ve devlet tarafından gönderilmiyorlar.
Modernizmin çekimine kapılarak
basbayağı göçüyorlar.
– Onlar öncekilerin modernlik ve ulusallık
davalarını sürdürmek için değil, bu davaların sanatları üzerindeki
baskısına son vermek için gidiyorlar.
Dertleri Paris'ten dönünce
Akademi'de kariyer yapmak, dernekler kurarak meslekçilik gütmek, devlet himayesi
kapmak değil.
Tam aksine, bunlardan kurtulup
özerkleşmek, özgürleşmek.
– Bir Türk sanatkârı, bir devlet
memuru, Akademi hocası, meslek derneği veya onunla bağdaştırılan bir stil
mensubu kimliğiyle değil, sadece yaratıcı bir birey olarak, "sanat
için sanat" yapmayı arzuluyorlar.
Öğretilere, doktrinlere, estetik
disiplinlere ve protokollere bağlı olmayı reddediyorlar.
– Ve kendilerini Paris'in savaş
sonrası, ulusaşırı, kozmopolit, metropolitan ortamında buluyorlar.
– İkinci Dünya Savaşı sonrasında
Paris'in sanat dünyası, Birinci Dünya Savaşı ertesinden radikal olarak
farklı.
1914'ten sonra başlayan klasizme
dönüş estetiği, realist estetik; bunlara yol açan André Lhote'unki gibi
ideolojik angajmanlar egemenliğini yitirmiş.
Alman "klasist realizmi",
Sovyet "sosyalist realizmi", İtalyan "metafizik
klasizmi" gibi, diktatörlük dönemi hareketleri sona ermiş.
"Retour a
l'ordre" (düzene dönüş), "ritorno al mestiere" (mesleğe/zanaate
dönüş) gibi milliyetçi/gerici doktrinler terk
edilmiş...
Soyut yükseliyor.
Paris'teki yabancı sanatçılar, artık
Lhote, Leger gibi üstatların müritleri, özel akademilerin öğrencileri
değil.
Onların akademisi, bohemya semti
Mont-Martre.
Çoğunu, o sıralarda bağımsızlık
savaşı, kurtuluş savaşı veren kolonilerden sanatçılar oluşturuyor.
Geldikleri toplumlarda sanatın
özerkleşme hamlesinin başını çekecekler onlar arasından çıkacak.
– 1940'ların sonunda İstanbul'dan
Paris'e göçenler, oradaki sanatçılarla, avangardlarlarla içli dışlıdırlar.
En gözde galerilerde eserlerini
sergiler, gayet esaslı kritikler alırlar, salon sergilerine çağrılırlar.
Nejad, Yürütme Kurulu Başkanı olduğu Ekim
Salonu'nun 1952'deki manifestosunu kaleme alır.
Eserleri müze koleksiyonlarına girer.
Bir Türk sanatçısına ait en zengin
koleksiyon, İngiliz aristokratı Lord Sainsbury'ye aittir ve Norwich'te
Sainsbury Güzel Sanatlar Merkezi ve Müzesi'nde bulunmaktadır.
Bu bir Mübin Orhon koleksiyonudur.
Beş yıl uğraşarak 1996 yılında bu
koleksiyonu YKY Galerisi'nde sergileyebilmiştim.
Nejad'ın Pekin Müzesi'nde bile
eserleri vardır.
Çünkü İtalya, İspanya, İngiltere,
Hollanda, Belçika, Rusya… bütün dünyayı dolaşırken, kimsenin cesaret edemediği
zamanlarda iki kez de Çin'e gider.
Sanatçı göçmenliği ve modernizm
ilişkisi konusunda Nejad'dan daha ileri bir örnek düşünemiyorum.
Bu arada Tiraje ve Yüksel Arslan bizzat
Breton tarafından 1964 yılında Paris'te açılan uluslararası sürrealizm
sergisine çağrılır.
Tiraje'nin 1985'te
yayınladığım Zamanların Hafızası kitabının sunuşunu, hareketin
en önde gelen tarihçisi Patrick Waldberg kaleme almıştır.
Doğu estetiğinden nasıl bir modernizm
yaratılabileceğine ilişkin son derecede düşündürücü, edebi bir metindir.
– Yanlış anlaşılmasın, Paris'e
göçenlerin yegâne modernistler olduğunu önermiyorum.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Türkiye'deki sanatçılardan da soyut yapanlar olmuştur.
Nuri İyem bile.
Güleryüz'ün erken resimleri de soyuttur.
Ve aralarında D-Grubu üyesi Zeki
Faik gibi, ayrıca Elderoğlu gibi, Karburçak gibi bence gayet güçlü
modernistler çıkmıştır.
Ne var ki, özerkleşmenin yolunu
açan, Paris'e göçenlerdir.
Onların modernizminde sanatları
kadar hayatları da belirleyicidir.
Sonraki nesiller, Kuzgun'lar, Ömer
Uluç'lar, Komet'ler ve arkadan gelen daha da genç kuşaklar onların açtığı
yoldan özerkçe sanatlarını yaratmışlardır.
Onun için Nejad, Selim, Anlı,
Mübin gibi öncülerin modernleşme/ulusallaşma/Batılılaşma davalarına, resmî
angajmanlara son vererek, Paris'in kozmopolit, göçebe, avangard/modernist sanat
ortamına kaynadıkları yıllar -1950'ler- 20. yüzyıl Türk sanatında özerkleşmeyi
başlatan en kritik kırılmayı oluşturur.
Bu kırılmayı en iyi gösteren, tabii
ki sanat eserleridir.
Onun için bitirirken, aralarındaki
karşıtlığı iyice vurgulamak amacıyla, önce Birinci Savaş ertesinde
Paris'e gidip gelen, André Lhote'un takipçilerinden üç modernlik
hocasının eserlerinden örnekler vereceğim: Nurullah Berk, Cemal Tollu ve
Bedri Rahmi.
Sonra da İkinci Savaştan sonra
Paris'e göçen üç modernistin eserlerinden: Hakkı Anlı, Nejad ve
Mübin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder