3 Aralık 2022 Cumartesi

 NEJAD DEVRİM - 4

 

 Batı-dışı Modernizmler (Çevre Kültürlerde Modernizm/Modernlik Çatışması)

Batı-dışı modernizmlerin ortaya çıkışı ve örgütlenmesi, yukarda açıkladığım modernleşme deneyiminden kökten farklıdır.

 Çevre kültürlerde modernlik; ulusallaşma, Batılılaşma, çağdaşlaşma (asrileşme) gibi birtakım davalar çerçevesinde örgütlenir.

 Akademizmi/klasizmi temel alır.

 Estetik modernizm ise modernliğe karşı örgütlenir.

 Yukardaki davalardan, angajmanlardan özerkleşme üzerine örgütlenir.

Modern sanatın aksine, Batı'nın klasist Greko-Romen estetiğine ve sanat tarihine karşıdır.

 20. yüzyılda modernizmi besleyen, metropollerin kozmopolit kültürüdür.

 Göçebeliktir. 

 Konunun en kilit metni sayılan "Modernizm Ne Zamandı?"nın yazarı Raymond Willams şöyle diyor:

  "Modernist değişimin kilidi metropol; metropolün form üzerindeki doğrudan etkileri.

 Yeni formların ortaya çıkmasındaki en önemli etmen metropole göç...

[Metropollerde] ulusal ve yerel kültürlerden özgürleşen sanatçılar ilk kez kendilerine elverişli cemaatler oluşturabiliyorlar...

 Özgül kültürlere ait imgeler ve stiller kaybolmuyor...  fakat şimdi hepsi metropol denen potada birleşiyor."

 Metropolitan demek, kozmopolitan demek.

20.yüzyılda kozmopolitizmin ve sanat göçebeliğinin merkezi Paris.

 Kimler yok ki?

 Arp, Miro, Brancusi, Dufy, Chagall, Soutine, Tzara, letrizmin kurucusu Isodore İsou, zamanın en etkili kritiği, kübizm ve sürrealizmin isim babası Apollinaire ,Wifredo Lam, Diego Rivera, Roberto Matta, Giacometti, Severini ve diğer İtalyan sanatçıları ve Rus avangardları.

Rus avangardlarının merkezi Ballet Russes.

  "Le Ballet Russes de Sergey Diaghileff" kumpanyasına beste yapanlar Satie, Prokofief, Stravinski, Mussorgski, Debussy, Ravel, Manuel de Falla, Strauss…

 Sahne ve kostüm tasarımı yapanlar, Paris'e göçen Rus konstrüktivistleri Gonçarova, Lorianov.

 Sonra İspanyol Picasso... üç balenin sahne tasarımlarını yapar (1916).

 İşte modernizm, ulusallıktan uzak bu özerk,  özgür, kozmopolit sanatçılar cumhuriyetinin eseridir.

 Kimi sanat tarihlerinde “Paris ekolü” adını alır.

 Tabii ki aynı zamanlarda Paris'te Türk sanatçılar da vardır.

 Ama bunlar kendi iradeleriyle buraya göçmüş değillerdir.

 Devletin sanat tahsiline gönderdiği hoca adaylarıdır.

 Çoğu Julian, Andre Lhote ve Leger'nin kuduğu özel okulların öğrencileridir.

 Dönünce Akademi'nin ustaları olmuşlar, ulusal/modern Türk sanatını kurmuşlar ve aynı zamanda bu sanatın tarihini yazmışlardır.

 Ama Paris Ekolü'nde, bu metropolün kozmopolit sanat sahnesinde herhangi bir iz bırakmamışlardır.

 Bu durum İkinci Dünya savaşı ertesinde tersine dönecektir.

 İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Paris göçmen sanatçı akınına uğrar ve onlar arasından çıkan sanatçılar da bir Paris Ekolü oluşturur:

 İkinci veya Yeni Paris Ekolü.

 Ama bu İkinci Dünya Savaşı sonrası göçmenler, ilk Ekol dönemine kıyasla daha ziyade kolonilerden, "Üçüncü Dünya"dan, çevre ülkelerden gelen sanatçılardan oluşmaktadır.

 Batı-dışı modernizmlerin önderleri, Türkiye'de de olduğu gibi, büyük ölçüde bunlar arasından çıkacaktır.

 Birinci ve ikinci dünya savaşları arasında Paris'e gönderilen devlet bursiyerlerinin sanatıyla, İkinci Savaş'tan sonra Paris'e göçenlerin sanatı arasındaki karşıtlık bence Türk sanatındaki modernist kırılmanın aynasıdır.

 İlk grup, sanatı ulusallaştırmaya gayret ederken, ikinciler kozmopolitleştirmiş ve özekleştirmiştir.

 Batı merkezleri dışındaki modernizmlerin doğuşu, buralardaki sanatın özerkleşme hareketlerinin sonucudur.

 Örneğin 18. yüzyıl ortasından beri Britanya kolonisi olan Hindistan. 

 Hint sanat tarihçisi Geeta Kapur, Raymond Williams'ın yukarda andığım "Modernizm Ne Zamandı?" makalesine nazire olarak yazdığı "Hindistan'da/Üçüncü Dünyada Modernizm Ne zamandı?" yazısında, yerli sanatçıların, millî angajmanlarını, yükümlülüklerini üzerinden atarak, özerkleştikçe modernistleştiklerini anlatıyor.

 Ve öncülerin de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Paris'e göçerek, İkinci Paris Ekolü’ne katılan sanatçılar olduğunu açıklıyor.

 Şöyle yazıyor: "Paris'teki yüzlerce tavan arası sanatçısı gibi Rıza, Akbar Padamese, Ramkumar ve Tyeb Mehta da, yalnızlıkları  ve yabancılaşmalarıyla birlikte ulusal olmayan bir sanatı el üstünde tuttular ve Hindistan'ın ilk modernistleri oldular."

 Afrika modernizmi üzerine yazan Salah Hassan da, Afrika sanatlarının, "Batı'nın homojenleştirici etkisini, özellikle sanatı yeniden primitifleştiren ve egzotikleştiren etkisini reddederek özerkleştiklerinden" bahsediyor:

“Modernizm, Afrika'da, başka yerlerde de olduğu gibi, bilinçli olarak  geçmişten kopmayı ve yeni ifade formlarının arayışını içeriyor."

 Gene Senegal'de modernizmin gelişmesini inceleyen Ima Ebong, postkolonyal bir estetiğin yerel sanatın kozmopolitleşmesiyle doğduğundan bahsediyor.                       

  Avrupa'da İkinci Savaş'tan sonra, önceki dönemin milliyetçi realizmlerine karşı gelişen soyutun modernistleştirici dilini benimsemesiyle ortaya çıktığını anlatıyor.

 O dönemde Paris'e yerleşmiş olan Iba N'Diaye bu estetiğin kurucularından.

 

Türkiye'de Estetik Modernizmin Doğuşu

 Türk sanatında da modernizmin doğuşu yukardaki örneklerle bir örüntü içindedir:

 – İkinci Dünya Savaşı ertesinde bir grup sanatçı, Hakkı Anlı, Nejad Devrim, Mübin Orhon ve Selim Turan Paris'e yerleşiyorlar.

 

Bu sanatçılara Abidin Dino, Albert Bitran, Kemal Bastuji, Fahrelnisa Zeid, İlhan Koman, Avni Arbaş'ı da ekleyebiliriz.

Önceden yerleşenler de var: Fikret Mualla, Hale Asaf.

 Ve Tiraje, Yüksel Arslan gibi daha sonra göçenler.

 Ama bence, saydığım ilk dört sanatçının yeri ayrı.

 Bu sanatçılar Tanzimat'tan o zamana kadar olduğu gibi Paris'e bir misyonla gitmiyorlar.

 Batı sanatını öğrenmek ve dönüp öğretmek amacıyla ve devlet tarafından gönderilmiyorlar.

 Modernizmin çekimine kapılarak basbayağı göçüyorlar.

– Onlar öncekilerin modernlik ve ulusallık davalarını sürdürmek için değil, bu davaların sanatları üzerindeki baskısına son vermek için gidiyorlar.

 Dertleri Paris'ten dönünce Akademi'de kariyer yapmak, dernekler kurarak meslekçilik gütmek, devlet himayesi kapmak değil.

Tam aksine, bunlardan kurtulup özerkleşmek, özgürleşmek.

 – Bir Türk sanatkârı, bir devlet memuru, Akademi hocası, meslek derneği veya onunla bağdaştırılan bir stil mensubu kimliğiyle değil, sadece yaratıcı bir birey olarak, "sanat için sanat" yapmayı arzuluyorlar.

 Öğretilere, doktrinlere, estetik disiplinlere ve protokollere bağlı olmayı reddediyorlar.

 – Ve kendilerini Paris'in savaş sonrası, ulusaşırı, kozmopolit, metropolitan ortamında buluyorlar.

 – İkinci Dünya Savaşı sonrasında Paris'in sanat dünyası, Birinci Dünya Savaşı ertesinden radikal olarak farklı.

 1914'ten sonra başlayan klasizme dönüş estetiği, realist estetik; bunlara yol açan André Lhote'unki gibi ideolojik angajmanlar egemenliğini yitirmiş.

 Alman "klasist realizmi", Sovyet "sosyalist realizmi", İtalyan "metafizik klasizmi" gibi, diktatörlük dönemi hareketleri sona ermiş. 

 "Retour a l'ordre" (düzene dönüş), "ritorno al mestiere" (mesleğe/zanaate dönüş) gibi milliyetçi/gerici doktrinler terk edilmiş...

Soyut yükseliyor.

 Paris'teki yabancı sanatçılar, artık Lhote, Leger gibi üstatların müritleri, özel akademilerin öğrencileri değil.

 Onların akademisi, bohemya semti Mont-Martre.

 Çoğunu, o sıralarda bağımsızlık savaşı, kurtuluş savaşı veren kolonilerden sanatçılar oluşturuyor.

 Geldikleri toplumlarda sanatın özerkleşme hamlesinin başını çekecekler onlar arasından çıkacak.

 – 1940'ların sonunda İstanbul'dan Paris'e göçenler, oradaki sanatçılarla, avangardlarlarla içli dışlıdırlar.

 En gözde galerilerde eserlerini sergiler, gayet esaslı kritikler alırlar, salon sergilerine çağrılırlar.

Nejad, Yürütme Kurulu Başkanı olduğu Ekim Salonu'nun 1952'deki manifestosunu kaleme alır.

Eserleri müze koleksiyonlarına girer.

Bir Türk sanatçısına ait en zengin koleksiyon, İngiliz aristokratı Lord Sainsbury'ye aittir ve Norwich'te Sainsbury Güzel Sanatlar Merkezi ve Müzesi'nde bulunmaktadır.

 Bu bir Mübin Orhon koleksiyonudur.

 Beş yıl uğraşarak 1996 yılında bu koleksiyonu YKY Galerisi'nde sergileyebilmiştim.

 Nejad'ın Pekin Müzesi'nde bile eserleri vardır.

 Çünkü İtalya, İspanya, İngiltere, Hollanda, Belçika, Rusya… bütün dünyayı dolaşırken, kimsenin cesaret edemediği zamanlarda iki kez de Çin'e gider.

 Sanatçı göçmenliği ve modernizm ilişkisi konusunda Nejad'dan daha ileri bir örnek düşünemiyorum.

 Bu arada Tiraje ve Yüksel Arslan bizzat Breton tarafından 1964 yılında Paris'te açılan uluslararası sürrealizm sergisine çağrılır.

 Tiraje'nin 1985'te yayınladığım Zamanların Hafızası kitabının sunuşunu, hareketin en önde gelen tarihçisi Patrick Waldberg kaleme almıştır.

Doğu estetiğinden nasıl bir modernizm yaratılabileceğine ilişkin son derecede düşündürücü, edebi bir metindir.

 – Yanlış anlaşılmasın, Paris'e göçenlerin yegâne modernistler olduğunu önermiyorum.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye'deki sanatçılardan da soyut yapanlar olmuştur.

 Nuri İyem bile.

Güleryüz'ün erken resimleri de soyuttur.

 Ve aralarında D-Grubu üyesi Zeki Faik gibi, ayrıca Elderoğlu gibi, Karburçak gibi bence gayet güçlü modernistler çıkmıştır.

 Ne var ki, özerkleşmenin yolunu açan, Paris'e göçenlerdir.

 Onların modernizminde sanatları kadar hayatları da belirleyicidir.

 Sonraki nesiller, Kuzgun'lar, Ömer Uluç'lar, Komet'ler ve arkadan gelen daha da genç kuşaklar onların açtığı yoldan özerkçe sanatlarını yaratmışlardır.

  Onun için Nejad, Selim, Anlı, Mübin gibi öncülerin modernleşme/ulusallaşma/Batılılaşma davalarına, resmî angajmanlara son vererek, Paris'in kozmopolit, göçebe, avangard/modernist sanat ortamına kaynadıkları yıllar -1950'ler- 20. yüzyıl Türk sanatında özerkleşmeyi başlatan en kritik kırılmayı oluşturur.

 Bu kırılmayı en iyi gösteren, tabii ki sanat eserleridir.

 Onun için bitirirken, aralarındaki karşıtlığı iyice vurgulamak amacıyla, önce Birinci Savaş ertesinde Paris'e gidip gelen, André Lhote'un takipçilerinden üç modernlik hocasının eserlerinden örnekler vereceğim: Nurullah Berk, Cemal Tollu ve Bedri Rahmi.

 Sonra da İkinci Savaştan sonra Paris'e göçen üç modernistin eserlerinden: Hakkı Anlı, Nejad ve Mübin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  KABARENİN DOĞUŞU   Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren gelişen Alman kabaresi Berlin mitolojisinde özgün ve tanımlanması zor bir rol oy...