ÖZERKLİĞİN ESTETİĞİ - 5
Sitüasyonistlerden Zapatistlere...
Skop derginin bu sayısı, 1960’lardan itibaren Batı
ülkelerinin kentlerinde ortaya çıkan, birbirleriyle ve dönemin kitlesel
toplumsal mücadeleleriyle yakın ilişki içinde olan yeraltı ve karşı-kültür
hareketlerinden bazı örnekleri biraraya getiriyor.
Bu hareketlerin, kentsel alanlara ve bu alanlarda
süren gündelik hayata doğrudan müdahalelerde bulunurken yarattıkları estetiğe
bakıyor.
The City and the Grassroots (1983)
kitabında, çevre hareketi de dahil geniş bir yelpazedeki kentsel
toplumsal hareketleri inceleyen Manuel Castells, 1960’ların sonu ile
1970’lerde yükselen bu hareketleri tetikleyen saikleri şöyle sıralıyordu:
“ [...] mekâna anlam ve kültürel kimlik kazandırma arzusu, toplumsal
mal ve hizmetlere yönelik talepler, ve yerel özerklik yönelimi.”
Castells’e göre, işgalevi hareketlerinden
gençlik hareketine, kamu hizmetleri üzerinden başlayan kitlesel
ayaklanmalardan mahalle ve çevre hareketlerine kadar, kendi içinde büyük
çeşitlilik gösteren bu hareketlerin ortak noktası “mekân ile toplum
arasında yeni bir ilişki önermeleri”ydi.
Hepsi de, “belli mekânsal formları reddederek, kamu
hizmeti talep ederek ve şehirler için yeni toplumsal anlamlar
keşfederek, egemen kültürel değerlere ve siyaset kurumlarına meydan
okuyor”du.
Bu sayıda, bütün farklılıklarına rağmen
sitüasyonistlerle Kara Panterler’i, gerilla tiyatro kolektifleriyle RAF
gibi şehir gerillalarını, Batı Berlin işgalevi
hareketiyle Earth First! gibi çevre
hareketlerini buluşturan ortak paydanın da, egemen kültürel değerlere ve
siyaset kurumlarına meydan okumaları ve özerk bir yaşam kurma girişimleri
olduğu söylenebilir.
1963’te sitüasyonistlerle başlayıp kronolojik
bir güzergâh izleyen sayı, 994’te Chiapas’ta özerkliklerini ilan eden Zapatistlerle sona eriyor.
Zapatizm, bu sayıda yer verilen akımlardan
farklı olarak, ne Batı kökenli ne de kent merkezli bir hareket; ama
mekân ile toplum arasında yarattığı yeni ilişki biçimleriyle, yerleşik
siyaset biçimine ve egemen kültürel değerlere kafa tutmasıyla, ve yansıttığı
varoluş estetiğiyle, kentsel mücadeleler üzerinde, John Holloway gibi
yazarların bir Zapatismo urbano’dan söz etmelerine imkân verecek
kadar büyük etki yarattı.
Bu sayıda işlenen zaman dilimi, Latin
Amerika’dan Afrika ve Ortadoğu’ya kadar dünyanın pek çok yerinde bağımsızlık
mücadelelerinin ve devrimlerin yaşandığı bir dönem.
Bu mücadelelerin tümü, dünya çapında
uyandırdıkları politik seferberlik ve dayanışmanın yanı sıra, kendilerine özgü
estetik ifade biçimleri de yarattılar.
Küba Devrimi’nin afiş sanatı ve sinema
alanında önünü açtığı deneyler; Şili’de Salvador Allende etrafında oluşan
seferberliğin sokak sanatında ve duvar resimlerinde vücut bulması; Güney
Afrika’da süren apartheid karşıtı mücadelede devrimci sanatçıların rolü;
Filistin kurtuluş mücadelesinin afişlerle tüm dünyaya yayılması;
Nikaragua’daki Sandinist devrimle önü açılan özgürlük ortamının sanatta
açtığı yeni ufuklar...
Bu deneyimlerin tümü, devrim ve sanat arasındaki
ilişki üzerine kafa yoran sanatçıları kendine çekti.
“Başkaldırı Sanatları” sayısında daha çok, 1990’ların
sonundan itibaren yükselen küreselleşme-karşıtı hareketlerde ve kent
hareketlerinde öne çıkan estetik-politik eylemlerin tarihsel referansları
üzerinde duruldu.
1910 Meksika Devrimi’nden başlayarak, 20. yüzyıl
boyunca yaşanan devrimci mücadelelerin sanatla bağını inceleyen metinleri
ise, skopdergi’nin “Devrim ve Sanat” başlıklı bir sonraki dosyasında
biraraya getiriyoruz.
1960’larla 70’lerin karşı-kültür akımlarının
sanat ile gündelik hayat ve siyaseti bağlayan düşünceleri, günümüzde hem çağdaş
sanat cephesinde, hem de politik cephede etkili.
1990’lar sonrasında, “katılımcı sanat”
[participatory art], “ilişkisel estetik” [relational aesthetics], “topluluk
temelli sanat” [community-based art] gibi pratiklerin yükselerek
kurumsallaştığı bir döneme girildi; toplumsal sorunlarla uğraşan eserlerin
artmasına dayanarak bir “toplumsal dönemece” girdiğinden söz ediliyor.
Politika alanında da, 1990’ların sonundan
itibaren gelişen anti-kapitalist hareket ve işgal hareketleri bünyesinde
politik doğrudan eylem ile estetik performansın iç içe geçtiğini, şenlikle
protestonun kaynaştığını gördük.
Durum yaratma, altüst etme, kesintiye uğratma
gibi “neo-sitüasyonist” yöntemler oldukça etkili.
Ne var ki, 1960’larda emek süreçlerindeki ve
gündelik hayattaki yabancılaşmaya karşı geliştirilen “sanatsal eleştiri”yi,
1980 sonrasında neo- liberal ideolojilerin giderek kendine mal ettiğinden
de bahsediliyor.
Sitüasyonistlerin gerek politikada gerek sanatta
vazgeçilmez gördükleri çatışma unsurunun üzerinin örtüldüğü, yaratıcılığın ve
dışavurumcu ifadenin başlı başına amaç haline geldiği yolundaki eleştiriler
yükseliyor.
Kendi kaderini belirleme ve otonomi gibi
değerler, “post-Fordist” olarak nitelenen yeni ekonomik rejimde
“girişimciliğe” ve “esnek çalışmaya” tercüme edilmiş durumda.
Keza, “kenti ele geçirme”, “mekân ile toplum
arasında yeni ilişkiler önerme” girişimleri, bugün sanatın ve yaratıcılığın
kentsel dönüşümle kalkınmanın motoru haline geldiği, yerel alt-kültürlerin çok
büyük bir hızla turizme ve ticarileşmeye entegre olduğu bir düzenle
bağdaştırılıyor.
Lefevbre’in günümüzde büyük rağbet gören “kent
hakkı” (1968) kavramı, yerel/uluslararası STK’lar ve kentsel “kalkınma”
ajansları tarafından radikal içeriğinden soyundurularak evcilleştiriliyor.
Temsiliyet yerine dolayımsızlığı, programlılık
yerine kendiliğindenliği, devrimci disiplin yerine arzuların serbestliğini
hayata geçirme şiarları, örgütsüzlüğün, esnekliğin ve konformizmin kural haline
geldiği bir zamanda egemenlerin ekmeğine yağ sürebiliyor.
Karşı-kültürel bozgunculuk ve ihlal girişimleri, gösteri
mantığını sarsmak yerine, onu besleyebiliyor.
1990’ların bitiminde yükselen toplumsal hareket ve
çağdaş sanat pratikleri, bütün bu gerilim ve çelişkileri bünyesinde
barındırmaya devam ediyor.
Zamanımızda başkaldırının temel referanslarından biri
olarak anılan Zapatist hareket, 20 yılı geride bırakan direniş
birikimiyle, devrimci disiplin ile doğrudan demokrasiyi birleştiren
özyönetim pratikleriyle, hem hedeflerine ulaşmada hem de yeni deneylerin önünü
açmada büyük bir başarı elde etmiş görünüyor.
Zapatist Ulusal Kurtuluş Ordusu EZLN’nin Chiapas’ta
mücadelesine başladığı 1994 yılında, gösteri toplumunun amansız eleştirmeni Guy
Debord Fransa’nın ücra bir çiftliğinde hayatına son vermişti.
2014’te, direnişin 20. yılında, EZLN’nin lideri
ve sözcüsü olarak algılanan Subcomandante Marcos’un da “yok edildiği” ilan
edildi: aslında baştan beri bir “hologram”dı; karizmatik, aydınlanmış, orta
sınıf kökenli bir öncüleri olmadıkça ayaklanan halkları göremeyenler için
yaratılmış ve titizlikle kurgulanmış bir “medya” figürü, bir “sihirbazlık
hamlesi”ydi.
Nitekim, kar maskesinin ardından piposunu tüttüren,mizah
anlayışı son derece gelişmiş, kimilerinin devrimci ciddiyetle
bağdaştıramayıp Subcomediante Marcos (komedyen yardımcısı) diye
nitelediği, kâh şairliğinden kâh filozofluğundan dem vurulan bu ikonik
figür, yıllardır basının ilgi odağı olmuş, hakkındaki efsane ve
söylentilerin ardı arkası kesilmemişti.
Zapatistler, kendi kurguladıkları bu figürü,
artık ona ihtiyaçları kalmadığı için şimdi yok ediyorlardı.
Marcos, gösteriye oynanmış “renkli bir oyun”, etkili
bir détournement hamlesiydi.
Zapatist hareketin sık sık dem vurulan
bozgunculuğunun, poetiğinin ve estetiğinin en özlü ifadelerinden biri de, lider
Marcos’un yok edilişi olsa gerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder