2 Aralık 2022 Cuma

 ÖZERKLİĞİN ESTETİĞİ - 5

 

 

Sitüasyonistlerden Zapatistlere...

Skop derginin bu sayısı, 1960’lardan itibaren Batı ülkelerinin kentlerinde ortaya çıkan, birbirleriyle ve dönemin kitlesel toplumsal mücadeleleriyle yakın ilişki içinde olan yeraltı ve karşı-kültür hareketlerinden bazı örnekleri biraraya getiriyor.

 Bu hareketlerin, kentsel alanlara ve bu alanlarda süren gündelik hayata doğrudan müdahalelerde bulunurken yarattıkları estetiğe bakıyor. 

 The City and the Grassroots (1983) kitabında, çevre hareketi de dahil  geniş bir yelpazedeki kentsel toplumsal hareketleri inceleyen  Manuel Castells, 1960’ların sonu ile 1970’lerde yükselen bu hareketleri tetikleyen saikleri şöyle sıralıyordu: “  [...] mekâna anlam ve kültürel kimlik kazandırma arzusu, toplumsal mal ve hizmetlere yönelik talepler, ve yerel özerklik yönelimi.”

 Castells’e göre, işgalevi hareketlerinden gençlik hareketine, kamu hizmetleri üzerinden başlayan kitlesel ayaklanmalardan mahalle ve çevre hareketlerine kadar, kendi içinde büyük çeşitlilik gösteren bu hareketlerin ortak noktası “mekân ile toplum arasında yeni bir ilişki önermeleri”ydi.

Hepsi de, “belli mekânsal formları reddederek, kamu hizmeti talep ederek ve şehirler için yeni toplumsal anlamlar keşfederek, egemen kültürel değerlere ve siyaset kurumlarına meydan okuyor”du.

 Bu sayıda, bütün farklılıklarına rağmen sitüasyonistlerle Kara Panterler’i, gerilla tiyatro kolektifleriyle RAF gibi şehir gerillalarını, Batı Berlin işgalevi hareketiyle Earth First! gibi çevre hareketlerini buluşturan ortak paydanın da, egemen kültürel değerlere ve siyaset kurumlarına meydan okumaları ve özerk bir yaşam kurma girişimleri olduğu söylenebilir.

 1963’te sitüasyonistlerle başlayıp kronolojik bir güzergâh izleyen sayı, 994’te Chiapas’ta özerkliklerini ilan eden Zapatistlerle sona eriyor.

 Zapatizm, bu sayıda yer verilen akımlardan farklı olarak, ne Batı kökenli ne de kent merkezli bir hareket; ama mekân ile toplum arasında yarattığı yeni ilişki biçimleriyle, yerleşik siyaset biçimine ve egemen kültürel değerlere kafa tutmasıyla, ve yansıttığı varoluş estetiğiyle, kentsel mücadeleler üzerinde, John Holloway gibi yazarların bir Zapatismo urbano’dan söz etmelerine imkân verecek kadar büyük etki yarattı.

 Bu sayıda işlenen zaman dilimi, Latin Amerika’dan Afrika ve Ortadoğu’ya kadar dünyanın pek çok yerinde bağımsızlık mücadelelerinin ve devrimlerin yaşandığı bir dönem.

  Bu mücadelelerin tümü, dünya çapında uyandırdıkları politik seferberlik ve dayanışmanın yanı sıra, kendilerine özgü estetik ifade biçimleri de yarattılar.

  Küba Devrimi’nin afiş sanatı ve sinema alanında önünü açtığı deneyler; Şili’de Salvador Allende etrafında oluşan seferberliğin sokak sanatında ve duvar resimlerinde vücut bulması; Güney Afrika’da süren apartheid karşıtı mücadelede devrimci sanatçıların rolü; Filistin kurtuluş mücadelesinin afişlerle tüm dünyaya yayılması; Nikaragua’daki Sandinist devrimle önü açılan özgürlük ortamının sanatta açtığı yeni ufuklar...

 Bu deneyimlerin tümü, devrim ve sanat arasındaki ilişki üzerine kafa yoran sanatçıları kendine çekti.

“Başkaldırı Sanatları” sayısında daha çok, 1990’ların sonundan itibaren yükselen küreselleşme-karşıtı hareketlerde ve kent hareketlerinde öne çıkan estetik-politik eylemlerin tarihsel referansları üzerinde duruldu.

1910 Meksika Devrimi’nden başlayarak, 20. yüzyıl boyunca yaşanan devrimci mücadelelerin sanatla bağını inceleyen metinleri ise, skopdergi’nin “Devrim ve Sanat” başlıklı bir sonraki dosyasında biraraya getiriyoruz.

 1960’larla 70’lerin karşı-kültür akımlarının sanat ile gündelik hayat ve siyaseti bağlayan düşünceleri, günümüzde hem çağdaş sanat cephesinde, hem de politik cephede etkili.

 1990’lar sonrasında, “katılımcı sanat” [participatory art], “ilişkisel estetik” [relational aesthetics], “topluluk temelli sanat” [community-based art] gibi pratiklerin yükselerek kurumsallaştığı bir döneme girildi; toplumsal sorunlarla uğraşan eserlerin artmasına dayanarak bir “toplumsal dönemece” girdiğinden söz ediliyor.

 Politika alanında da, 1990’ların sonundan itibaren gelişen anti-kapitalist hareket ve işgal hareketleri bünyesinde politik doğrudan eylem ile estetik performansın iç içe geçtiğini, şenlikle protestonun kaynaştığını gördük.

 Durum yaratma, altüst etme, kesintiye uğratma gibi “neo-sitüasyonist” yöntemler oldukça etkili.

 Ne var ki, 1960’larda emek süreçlerindeki ve gündelik hayattaki yabancılaşmaya karşı geliştirilen “sanatsal eleştiri”yi, 1980 sonrasında neo- liberal ideolojilerin giderek kendine mal ettiğinden de bahsediliyor.

Sitüasyonistlerin gerek politikada gerek sanatta vazgeçilmez gördükleri çatışma unsurunun üzerinin örtüldüğü, yaratıcılığın ve dışavurumcu ifadenin başlı başına amaç haline geldiği yolundaki eleştiriler yükseliyor.

  Kendi kaderini belirleme ve otonomi gibi değerler, “post-Fordist” olarak nitelenen yeni ekonomik rejimde “girişimciliğe” ve “esnek çalışmaya” tercüme edilmiş durumda.

 Keza, “kenti ele geçirme”, “mekân ile toplum arasında yeni ilişkiler önerme” girişimleri, bugün sanatın ve yaratıcılığın kentsel dönüşümle kalkınmanın motoru haline geldiği, yerel alt-kültürlerin çok büyük bir hızla turizme ve ticarileşmeye entegre olduğu bir düzenle bağdaştırılıyor.

 Lefevbre’in günümüzde büyük rağbet gören “kent hakkı” (1968) kavramı, yerel/uluslararası STK’lar ve kentsel “kalkınma” ajansları tarafından radikal içeriğinden soyundurularak evcilleştiriliyor.

 Temsiliyet yerine dolayımsızlığı, programlılık yerine kendiliğindenliği, devrimci disiplin yerine arzuların serbestliğini hayata geçirme şiarları, örgütsüzlüğün, esnekliğin ve konformizmin kural haline geldiği bir zamanda egemenlerin ekmeğine yağ sürebiliyor.

Karşı-kültürel bozgunculuk ve ihlal girişimleri, gösteri mantığını sarsmak yerine, onu besleyebiliyor.

1990’ların bitiminde yükselen toplumsal hareket ve çağdaş sanat pratikleri, bütün bu gerilim ve çelişkileri bünyesinde barındırmaya devam ediyor.

Zamanımızda başkaldırının temel referanslarından biri olarak anılan Zapatist hareket, 20 yılı geride bırakan direniş birikimiyle, devrimci disiplin ile doğrudan demokrasiyi birleştiren özyönetim pratikleriyle, hem hedeflerine ulaşmada hem de yeni deneylerin önünü açmada büyük bir başarı elde etmiş görünüyor.

Zapatist Ulusal Kurtuluş Ordusu EZLN’nin Chiapas’ta mücadelesine başladığı 1994 yılında, gösteri toplumunun amansız eleştirmeni Guy Debord Fransa’nın ücra bir çiftliğinde hayatına son vermişti.

 2014’te, direnişin 20. yılında, EZLN’nin lideri ve sözcüsü olarak algılanan Subcomandante Marcos’un da “yok edildiği” ilan edildi: aslında baştan beri bir “hologram”dı; karizmatik, aydınlanmış, orta sınıf kökenli bir öncüleri olmadıkça ayaklanan halkları göremeyenler için yaratılmış ve titizlikle kurgulanmış bir “medya” figürü, bir “sihirbazlık hamlesi”ydi.

Nitekim, kar maskesinin ardından piposunu tüttüren,mizah anlayışı son derece gelişmiş, kimilerinin devrimci ciddiyetle bağdaştıramayıp Subcomediante Marcos (komedyen yardımcısı) diye nitelediği, kâh şairliğinden kâh filozofluğundan dem vurulan bu ikonik figür, yıllardır basının ilgi odağı olmuş, hakkındaki efsane ve söylentilerin ardı arkası kesilmemişti.

 Zapatistler, kendi kurguladıkları bu figürü, artık ona ihtiyaçları kalmadığı için şimdi yok ediyorlardı.

Marcos, gösteriye oynanmış “renkli bir oyun”, etkili bir détournement hamlesiydi.

Zapatist hareketin sık sık dem vurulan bozgunculuğunun, poetiğinin ve estetiğinin en özlü ifadelerinden biri de, lider Marcos’un yok edilişi olsa gerek.

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  KABARENİN DOĞUŞU   Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren gelişen Alman kabaresi Berlin mitolojisinde özgün ve tanımlanması zor bir rol oy...